Bu yazı, Birikim dergisinin Ekim 1997 sayısında yayınlanmıştır.

LEMAN, ANTİ-MEDYA VE İÇ SAVAŞ MANZARALARI

LeMan, dört beş yıldır Türkiye'nin en çok satan haftalık dergisi. Marko Paşa ve Gırgır gibi seleflerini düşünürsek, memleket sathinda en çok satan olmasi, LeMan'a ilk olmak gibi bir ayricalik katmiyor. Çünkü mizah dergileri zaten çok satmaya ziyadesiyle elverişli özellikler taşiyor; kolay anlaşilmalari, komik olmalari ve nihayetinde "muhalif"likleri muhteviyatlarini popülerleştiren en bariz etmenler. Bu minvalde ne Gırgır ne de LeMan sayılagelen özelliklerden farklı bir yapiya sahip değil. Ancak popüler kültürün doğasi gereği biri eskirken diğeri, yani "daha yeni olan"ı zamana ve topluma daha yakin "duruyor". Bu yüzden Gırgır, çoğalarak, kendini tekrarlayarak tüketen, bugün için eskimiş bir mizah anlayişini temsil ederken, LeMan, mirasini aldiği "usta"sinin vakt-i zamaninda yaptiği gibi "sokak ve takvim"i iyi yakalayan yenilikçi bir yol izliyor.

LeMan, muhalif duruşuna anlam katan ticarî bağimsizliğinin yardimiyla popülerliğinin önemli bir veçhesini oluştursa da asıl başarısına memleketin değişen şartlarına karşı mizahini gençlerle yenileyerek ulaştı. Bu akilci tutuma, kapanan D'e'li'yi -çoğunlukla- kadrolarına dahil etmeleri, mizah dergilerinin muhalefet -üçüncü sayfa ve kapak - sayfalarini artirmalari ve nihayet editörlerinin Oğuz Aral örneğinin aksine birlikte çalıştıklari mizah yildizlarina kontrollerinde olacak -LeManyak ve Öküz gibi- mecralar açmasi eklendi. LeMan ve yayinlarinin "ne dediği merak edilir" oluşu, Gırgır'dan sonra bitti gözüyle bakilan mizah dergilerini diriltiyordu. Satişlari giderek düşen diğer mizah dergilerinin önemli isimleri de birer birer LeMan ve yayinlarina akmaya başladilar. Bu "eloğluna çalişmaktansa.." mantiğiyla yaptiği işten el çekip, "yuvaya dönen", kendini savunabilmek için güç toplayan, dayanişmaci bir akimdi. Böyle bir birliktelik, satişlarin artişiyla gelen ekonomik güçle daha da sağlamlaşti. Kalemini, firçasini ve hepsinden önemlisi ruhunu kaybetmeden kazanilan paranin "temizliğinden" siklikla söz açiliyordu ama ayni konuşulanlar, paranin "görece" çokluğundan olacak dedikodu, rivayet ve mübalağaya da açik kaygan bir zemin üzerinde geziniyordu.

I

Epey bir zaman önce Metin Üstündağ, "ama yani bir de şu var!" tonunda konuşarak, Gırgır'da yaşanan kopmalara kizan, "usta"ya ihanet bahsinden söz açip, lafi paracilik ithamina kadar getirenlere karşi şunu söylemişti: "..siz hiç tanesi şu kadar liradan beşyüz bin satan bir dergiye geri dönecek toplam parayi hesapladiniz mi?" Çoğu insanin , özellikle "Gırgır'dan sonra mizah dergisi okumuyorum"cularin es geçtikleri de buydu. Bu insanlar, steril ve pir-ü pak bir ortamda , kit kanaat geçinen , acilar çeken , asosyal , çil-gin kalabaliktan uzaktaki "dervişler" olarak tanimlaniyor, para ile mizahçi yan yana dahi düşünül(e)müyordu.

Öte yandan özellikle Doksanli yillardan sonra özel televizyonlarin yayina başlamasi, bu ön kabulü baştan aşaği değiştirerek, düne kadar kimselerin hayal bile edemediği ücretlerin mizahçilara ödenmesini sağladi. Gazetelere yansiyan doğru-yanliş ya da dedikodu mahiyetindeki para miktarlari geçmişteki o "ezik" ahvali bütünüyle unutturuyordu. Böyle bir ortamda mizahçilar "açliktan nefesi kokar, sürünür, sömürülür ve para kazanmayi bilmez"den uzaklaşarak "adamlar dünya yükü parayi götürüyor", "kazanacak tabii, yok istemem mi diyecek!"ten "parayi en çok onlar hakediyor"a kadar çeşitlenen konuşmalarin malzemesi oldular. Oysa mizahçilarin hakederek edindikleri bir çizgileri vardi. Abdülmüttalip olan adini mahkeme karariyla Berke'ye çevirenler misali artik medya adini almiş olan basinin iyiden iyiye tekelleşme sürecine girdiği, sermayeye bağlandiği, gözünü kirpmadan yalan haber yazdiği, "otosansür"ün basbayaği içselleştirildiği yillarda mizah dergilerinin durumu tabir-i caizse Şam'da kayisinin itibarini aratmiyordu. Bu herkes için ince bir işik anlamina geliyordu, bu ülkede, kendinden taviz vermeden, kalemini satmadan zengin olabilmek mümkündü. Bütün kabiliyetlerin reklam sektörüne, hem de birbirlerini çiğneye çiğneye koştuğu yillardi, bir sürü has şair metin yazari olmuştu (Düzkan, Pazartesi, Aralik 1996). Mizahçilar, son derece düzgün davranarak, sari sayfalarin dişinda medyaya iş yapmamaya özen gösteriyordu. Sadece bu bile onlari yaşananlar ve yaşatilanlar içinde "namuslu" tutuyordu. Dönem herşeyi kaotik bir biçimde değiştiriyor, "vitrine çikani" her ne olursa olsun yipratarak tüketiyordu. Yaptiğini bozmaya pek hevesli medya, zafer çiğliklari atarak işini bir çirpida görüyordu. Bu yüzden mizahçilar da saflari siklaştirarak dişarida kalmayi bir zorunluluk olarak görü-yor, direniyorlardi. Zira medyatik olmak, bir sürü insani tanimak ve taninmak demekti. Bu, eleştirinin, eleştirilenlerin, alayin ve hicvin sinirlanmasi anlamina geliyordu. Oğuz Aral'in yetiştirdiklerine mizah için olmazsa olmaz sayarak dikte ettirdiği "kimsenin çayini içmeyeceksin" ilkesi, tam da buna denk düşüyordu. Biraz uzakta biraz kenarda, külliyen kuşkuda kalmak. Mizahin samimiyeti ve tutarliliği için bir vazgeçilmezdi bu. İlkelerdeki ilk kirilmalar ekonomik sebeplerle yaşandi. Özellikle Deli dergisi çalişanlari yaşanan maddi yetersizlikler yüzünden reklam ajanslarina ve televizyonlara iş yapmaya başladilar. Bu zorunluluk, okuyucu nezdinde farkli biçimlerde algilandi. Kizanlar, kirilanlar oldu ama "nereye yaptiğin değil de ne yaptiğin önemlidir"e ricat eden, bir yaniyla da etmek durumunda kalan bir sonuç/mevzi oluştu. Çünkü herkes ayni kanallari izliyordu, bildik birileri bir şeyler yapinca daha sevimli bile gözüküyordu: "Medya Plaza'ya savaş açmasi (..) LeMan çalişanlarinin kültürel sermayelerini mainstream kültür araçlarinda , televizyon dizilerinde, senaryolarda kullanarak para kazanma haklarini ellerinden alamaz. Aksine, inanmadiklari işleri yapmadiklari sürece daha çok insana daha çok kanaldan ulaşmalari sevindirir" (Ökten, Express, 26.8.1995).

Ancak herkesin her yerde gözükmesi, neredeyse herkese iş yapar oluşu, "abileri" kadar ilkeli ve "akli baliğ" olmamiş yeni üreticileri de ayni mecraya dahil etti. Artik herkesin ek işi, başka işi ve hatta daha önemli işleri olmuştu. Geçmişte haftada bir gece "daracik bir odada" biraraya gelerek, kolektif mizah üreten zihniyet geride kalmişti. Dergide sabahlara kadar çalişilmiyordu. Herkes çalişmasini evde tamamlayip, sirf muhabbet için dergiye gelir olmuştu. (Bkz. Negatif, Şubat 1997) Herşeyden önemlisi artik daha fazla taniniyor, biliniyor ve kaçinilmaz olarak "yüzölçümü daralan" bir yerde duruyorlardi. Bu yeni "hayat reçetesi"ne her mizahçi da ayni sahici etikle yaklaşmiyordu. Kimisi anlamayi, gevşemeyi ve kendini yeniden tanimlamayi denerken kimisi "mesaji olan telgraf çeksin"i iş ve çalişma ciddiyetinden uzaklaşmak saniyordu. Ayrica sanki "nerede duruyoruz?"un iç sorgusunu yapacak vakit de yok gibiydi. Zaman mefhumu "hizli" ve "dolu" akip gidiyordu. Politikadan ve politikacisindan "bikmiş" memleket medyasi, ihtiyaçlar(i) dorultusunda, mizahçilari siklikla mevzu bahis ederken, onlari "meslek harici" konuşmaya, hemen her yerde memleket gündemi üstüne "kelamda bulunmaya" zorluyordu. Öte yandan örnekler gösteriyordu ki "medyalaşma" uyuşturucuydu. Bir yaniyla keyiflendiriyor bir yaniyla yikiyordu. Alişkanlik bağimliliğa overdose ölüme götürüyordu. Bu süreçte "Eskiler" ciddiyetle, ettikleri lafin arkasinda durmaya, onun ağir-liğini taşimaya özen gösterirken, Gırgır'in üçüncü kuşaği, el hâk, onun da tamahkâr bir kaçi, popülerlik barometresini pompalayarak, "megazin" medyasina ayak üstü komiklik yapmaya, "güsel kislarla" nezih mekanlarda el ele diz dize poz vermeye başladilar.* Ve hatta derginin iç sayfalarinda "medya maydanozu" olarak ti'ye alinan köşe sahiplerinin, bu çocuk(lar) bir harika aman kaçirmayin minvalindeki "yaygin ve derin" duyurularina dahi konu oluyordular. Bu gelişme, mizahçilari LeMan özelinde -üçüncü kuşağa en fazla onlar yer açtiği için- hiç alişik olmadiklari biçimde eleştiriye açiyor, açik bir memnuniyetsizlik giderek yayiliyordu. İlk zamanlar bu eleştirilere karşi hayli hassas davraniyor işi baştan siki tutuyorlardi. Hürriyet, LeMan'i ve tutkunlarini, kurumsal ya da dini cemaatlerin aksine "güncel"e dayali, siyasi beraberlikten çok, kiyafet, müzik, yaşama biçimi gibi ortak paydalar etrafinda ve belli mekanlar içinde bir cemaat, "post-modern bir kabile" olarak adlandirdiğinda (Atikkan ve Tözer, Hürriyet, 12.12.1995) kendilerini haftanin malum lalesi listesine ka-tacak kadar "samimi" davraniyorlardi. Siralama gerekçeleriyse şöyleydi: LeMan Dergisi (Medyanin ilgisinden kurtulamadiği için) LeMan Kültür (Okurlarin giciğini kaptiği için) Cem Yilmaz (Nasil olsa gicik kapilacaği için) Tuncay Akgün (Post modern kabile tuzağina düştüğü için). Metin Üstündağ ise hem anti-medyaci geçinip hem de her türlü medya'da cirit attiği için dergiyi, medya dalinda yilin lale adayi olarak gös-teriyordu (LeMan, 17.12.1995). Eleştirilerdeki odak noktala-rindan biri, LeMan'in uzun müddet "Bar" açanlari eleştirirken bir yenisini kendisinin açmasiydi. LeMan Kültür hem LeMan'in varolan imajini değiştirdi hem de dergiye yapilacak eleş-tiriyi hizlandirarak kolaylaştirdi. Varlik Dergisi'nde mizahî bir uslupla edebiyat ve sanat eleştirileri yazan "çekik gözlü", Hezeyan Çelebi, LeMan Kültür'den şöyle bahsediyordu: "..Ve lâkin bir gösteri izlemeye gittim sosyete rezervasyonu doldurmuştu, kapidan çevrildim. Bir daha gittim sevgilimin tevellüdünden dolayi kapidan çevrildim" (Çelebi,1995:30). Beyoğlu'nda açilan bu mekan, kaçinilmaz olarak derginin yeni yüzünün inşasina önemli bir katki sağliyordu. Herşeyden önce mekanin rengini/ruhunu veren dergi kadrosunu dönüştürüyordu. Gırgır'dayken derginin karşisindaki oteli işiklari söndürerek topluca "seyreden" (LeMan, 22.11.1993) mizahçilarin yerini farkli bir "şimdiki zaman" gençleri aliyor, onlar da hani her gece mekana düşenleri güldürerek götürüyorlardi. Hal bu olunca, iş, hem müşteriler hem dinleyenler indinde çizerleri bar müdavimliğine, muhabbetçiliğe, uçukluk bahsindan poz vermeye, düşeni kaldirmaya kadar çeşitlenen bir "laf kalabaliği" içine oturtuyordu. Düne kadar insanlardan ve temaşadan kaçarak kendini okumaya veren, yabansi ve yalniz sanatçi hüviyeti yerini genç yaşinda popüler olmuş, imagination düşkünü, "büyülü", maharetli ve komik olan yildiz çizerlere birakiyordu. Pazartesi Dergisi, "Uzun zamandir, biraz okur yazar, biraz muhalif olan genç kadinlarin hayalini mizah dergilerinin erkekleri süsler oldu" diyerek LeMan Kültür'ün anlamini irdeliyordu: "..mekân, özellikle de hayran olduklari karikatürcüleri canli olarak görmek isteyen okurlar için. Çünkü artik karikatürcülerin devri hüküm sürmekte, magazin okuru kizlarin nasil futbolculara içleri hopluyorsa LeMan okuru kizlar da karikatürcüleri hayal ediyorlar. Kadinlar güldüren erkekleri sever lafini kim uydurdu bilmiyorum, ama hepimiz kendimizi ağlatanlara gönül verip bu laf uyarinca bizi güldürdüklerine inaniyoruz"(Düzkan, age,Aralik 1996)*.

Güldürenler ve LeMan Kültür birarada düşünüldüğünde ilk akla gelen isim hiç kuşkusuz Cem Yilmaz. Dolayisiyla LeMan'a yönelik eleştirilerde önemli bir pay sahibi de o. Bunun gerekçesi onun LeMan'da ürettikleri de değildi. Çünkü Yilmaz, LeMan'da kisa ömürlü sayilabilecek, kendine has bir tarzi olmadiği için pek de gelecek vaad etmeyen, Ahmet Yilmaz etkisinde bir karikatüristliği olmuştu. Derginin uslubuna üretici olarak hiç bir önemli himmeti olmadi. Buna karşilik, LeMan Kültür'de biraz da tesadüfen başladiği gösteriler, onun "stand-up komedyen" olarak ülke çapinda şöhret kazanmasini sağlamişti. Mevzu da tam "o an" kendini kamuya açarak alenileşiyordu. Cem Yilmaz, düne kadar İstiklal Caddesi'nde aylaklik yapip "geyiği harlarken" yekten "çok kazanmaya", medyaya haber olmaya, beyazcamdan tanidik kizlarla birlikte görünmeye, magazin programlarina, tanitimlara, reklamlara çikmaya başladi. Büyük paralar kazanirken ne kendini ne de kazandiklarini gizlemeyip "olabildiğince" hizli yaşadi. Sorulduğunda, BMW firmasina Türkiye'de sponsorluk ettiğini, "bok gibi parasi" olduğunu söyleyecek kadar alayciydi. Sonradan derlenen İbo'nun "inşaat işçiliği meseli" ona uymuyordu. Fakirlikten "tirnaklariyla söke söke" buralara gelmiş falan değildi. Yansittiği kişiliğinden çok uzakta, farkli bir yerde durmuyordu. Hasil-i kelam, zaten böyle biriydi ya da böyle biri olmaya "kapi komşusu" bir temayülü vardi. Komik, afacan, çocuksu, "enerjik", "sempatik", asalak ve firlamaydi, politik bir baği, dokunmayalim es geçelim diyebileceği birileri yoktu. Bu manada Cem Yilmaz gayet samimiydi, kaypaklik yapmadi. "Sol gösterip sağ vuran" bir riyakarliği ya da dönemin "solculuktan sikildim ama sağci olacak kadar da aptal değilim" sessizliğini hiç yaşamadi. Çünkü idelojik bir hassasiyeti, bağliliği ve inanci da hiç olmamişti. Yilmaz'in komedyenliğe LeMan'la başlamasi, dergi tarafindan siklikla ve övgüyle takdim edilmesi, hani neredeyse LeMan formasiyla "dişariya", büyük sahnelere ve turnelere transfer olmasi, görünenin aksine netameliydi. Cem Yilmaz'in siyaseten LeMan'in sol görünen tavrina dahil olduğu düşünülüyordu. Bu hem Cem hem de LeMan için yaralayici oldu. Cem'in her yaptiği LeMan'a bu ne perhiz bu ne lahana turşusu mealinde eleştiri olarak geri dönüyordu. Söyleşilerde, imza günlerinde Cem üzerinden "Siz buna göt lalesi diyorsunuz ama bakin siz de pahali arabalara binip, zevzek kizlarla uçkur derdinde..." biçiminde ufak çapta "kizgin" sorular/konuşmalar giderek artiyordu. İşin ilginci en az onbeş yildir vitrinde-en önde duran tecrübeli ve tutarli mizahçilarin Cem'i neredeyse LeMan kadar sahip-lenmeleriydi. Bu çabayi, "bizim çocuklardan" birini korumak çerçevesinde aile içi dayanişmasi olarak anlamlandirmak mümkün. Ayrica Cem'i gösteri dünyasina sunarken duyulan "O, LeMan'dan biri" kivanci, ona getirilen her eleştiriyi LeMan'a yönelik saymayi da gerektiriyordu. İşin raconu kötü gün dostluğu ve paylaşmaktan geçiyordu. Hatlar karişip, camiadan biri "tu kaka" sayildiğinda, onu en fazla sahiplenecek ve belki de onu en iyi anlayacak yine bir başka mizahçi olmaliydi. Bu işin mizahçilar tarafiydi. Diğer yanda ise yaşananlar, Cem'i okuyucu nezdinde eleştiriden kurtaramiyordu. İş, orada da kalmiyor, LeMantiMEDYA için gerekli tüm özelliklere sahip olmasina karşin, Cem Yilmaz icraatlerinin görmezden gelinmesi doğal olarak dergiyi de eleştiriye açiyordu. LeMan'in dişindaki dergiler ve mizahçilar da rahatsizliklarini belirtir olmuşlardi. Cumhuriyet'in mizah ilavesi -sonradan ayri bir dergi olarak çikan- Dinozor, kendini anlatirken Cem'in gösterisine atifta bulunuyordu: "..Mesaj veriyoruz abi gibi şiari yükselttiğimiz anlaşilmasin, ama 'Mesaj Kaygisiz, beyin firtinasi' gibi bir dallamalik peşinde değiliz" (Temelkuran, Cumhuriyet Dergi, 26.1.1997). Cem'in yaşiti olan bir başka genç çizer Bülent Üstün ise onu popüler olma sevdalisi olmakla eleştiriyordu: "O bizim kadar işin içinde değildi. Cem Yilmaz'in popüler olma sevdasi var ayrica (..) Mizah tarihinde onun kadar komiklik yapan bir çok insan var. Faruk Bayraktar bence dünyanin en iyi pandomimcisi. Ama kendini öyle sunmuyor. Taş ol diyorsun taş oluyor, jöle ol diyorsun öyle. Deliriyoruz. Adam sucuklu tost oluyor dilini çikari-yor, kağida koyuyor, kendini sana veriyor. Akvaryumda balik oluyor. Onlari yapsa, yapmaz ama. Cem Yilmaz yapmayi kabul etmiş (Sönmez,Negatif,Aralik 1996).

Mazhar Fuat Özkan bir özel televizyon için reklamlara çiktiğinda ruhunu, paraya satmakla, döneklikle suçlayarak, kapak yapan LeMan, cep telefonu -LeMan'in tarzini düşünerek, hem de cep telefonu- reklamlarina çikan Cem Yilmaz'i unutuyordu.* Ayni dergi, Yilmaz Erdoğan'i da benzer şekilde, çiktiği banka reklamina gönderme yaparak "Yüksek Rakamli Mevkiler ve Bi İnceden Halk Düşmanliği" başliğiyla eleştiriyordu (LeMan,15.12.1996). İlginçtir LeMan'in yaptiğinin bir benzerini iki yil kadar önce Express dergisi yapmiş ve derginin önemli isimlerinden Metin Üstündağ ile bir polemiğe girmişti. Express, yayin hayatina başladiği dönemlerde medya'da yaşanan "Ansiklopedi Savaşlari"nda Sabah gazetesi için reklamlara çikan Ferhan Şensoy'a yönelik "Kavuğu Geri Ver, Lavuk!" kampanyasi başlatiyor, daha doğrusu Ankara'daki Radyo Arkadaş'in çabasini yazili basina taşiyordu: " Nesillerden beri ustadan ustaya aktarilan kavuklu-pişekar ikilisinin simgesi olan kavuk şimdi ehil ellerde değil. Dümbüllü İsmail'den Münir Özkul'a ondan da Ferhan Şensoy'a geçen kavuk, şimdi mezarlarinda fir dönen eski üstadlarin ruhlarini huzura kavuşturmak için Ferhangi adamdan alinip güvenli ellere teslim edilsin. Kavuk devri bir simge, bir devamlilik nöbeti: Kavuğu devralan geleneksel tiyatronun yerli temaşa sanatlarinin bir kutsal emanetini, ona hakkini vererek koruyor. Fakat, kavuğu kiralik kasada korumak değil bu. Sanatiyla, yaşamiyla onun yüklediği sorumluluğu da taşimak. Ferhan Şensoy, o zaman ben de dinozorum* abi'li, Ammerikaa'li Sabah reklamlarina boy göstermesi ile kavuğa ihanet etmedi mi? Eğer 'Ben profesyonelim abi' diyorsa kendi bileceği iş ama kavuğu geri versin. Çünkü modernizm ve yükselen değerler geleneksel, profesyonel diye bir kategoriyi üretemedi henüz. Dümbüllü yaşasa Medya Plaza'ya adim, Sabah reklamlarina tuluat atmazdi...Yalan mi? Pardon yani..(Express, 29.1.1994).

Metin Üstündağ bu yaziya "düşler için para gereklidir" meraminda bir tepki veriyor, Express'i "çağ peygamberliği" ile suçluyordu: "..siz aktüel'e ekonomi eki hazirlarken, ferhan şensoy'a sabah reklamlarina çiktiği için ver ulan lavuk deme cüretini nerden buluyorsunuz.. delikanli habercilik dururken çağ peygamberliğine soyunmanin saçmaliği hanginizden geliyor.. düşler için para gereklidir.. militanlar banka soyarlar ferhan'lar reklama çikar.. ikisi de ayni riski taşiyabilir.. hem siz yilmaz güney'in o film-lerinin çoğunu yeralti babalarinin parasiyla gerçekleş-tirdiğini de bilmezsiniz belki. güney, film çekmek için belki banka bile soyabilirdi ama herkes kendi çapinda, kendi usulüyle hayatla cebelleşir büyük ayip ettiniz, özür dileyin adamdan.. mühim olan düşlerdir.. düşleri hayata geçirmektir..adam ne yapmiş ki o parayla..vapurdan tiyat-ro.. ve kavuğu gezdiriyor"(LeMan, 7.2.1994)

Express sonraki sayilarda şöyle bir cevap yazdi: "..militanlar banka soyar, siz Aktüel'e ekonomi eki hazirlarsiniz, Ferhan da Sabah reklamlarina çikar, bu işler böyledir, önemli olan düşlerdir..Sen bu söylediklerine gerçekten inaniyor musun? İnaniyorsan mesele yok. Ama inanmiyorsan da, hani bir takim dengeleri filan kolluyorsan, gelecekte nakite dönüşecek bir takim dengeler filan..İşte bunlari yapiyorsan, böyle şeyler yapana "ne" derler, onu da sen biliyor musun? (Aktüel'e ek meselesi: Biz o ekte bugüne kadar yazdiklarimizla ters düşen bir şey yazmadik. Ayrica aldiğimiz parayla iki haftadir bu gazeteyi döndürüyoruz. Bunu da şik olsun torba dolsun diye, adimiza ad, paramiza para katmak için yapmiyoruz)"(Express, 12.2.1994).

Bu tartişmanin içeriği ya da sonuçlarindan ziyade, LeMan cenahindan yazilanlara dikkatinizi çekmek istiyorum. Çünkü Metin Üstündağ'in Ferhan Şensoy için söylediği herşey üç aşaği beş yukari hem MFÖ hem de Yilmaz Erdoğan için de söylenebilecek şeylerdi. Ayrica her iki "isim" de LeMan'in muhalefet ettiği yükselen değerler içinde, abartili, göstere göstere yaşamiyorlardi. En azindan Cem Yilmaz kadar yaşamiyorlardi. Bu noktada sorulmasi gereken şey şuydu: LeMan, eğer bu yapilanlar yanlişsa neden yanibaşindaki yanlişi göremiyordu?

Dergiye "asla" yansimayan, daha ziyade söyleşilerde ve imza günlerinde süren bu tartişma(lar)da* asil sorun LeMan'in politikasinin nerede durduğuyla ilgiliydi. Bu minvalde kimi zaman Cem Yilmaz kimi zaman da bir başka "hizli", Erdil Yaşaroğlu tartişiliyordu. Apolitiklik, döneklik, yavşaklik, hizli yaşamcilik, şöhret budalaliği, "tiki"lik, liberallik, düzen adamliği ve konformizm konuşuluyordu ama bu soru(n) nedense "eskiler"e, politik olanlara soruluyordu. Aslinda soranlar da "eskiler"di, tutkulu, devamli ve politik eski okuyucular. Bu yüzden tartişma hep otuzuna yakin insanlar arasinda cereyan ediyordu. Bu, başka bir açidan düşünüldüğünde, bir zaafiyetten çok gereklilikti. Çünkü soru(lar), asil muhataplara-gençlere yöneldiğinde ciddiyetle verilmesi gereken cevaplar makaraya sariliyor, salondaki "gülmek için dinlemeye" gelen çoğunluğun desteğiyle arada kaynatiliyordu. Yani bazi mevzular bazi çizerlerle "asla" konuşulamiyordu. Erdil'i okuyanlar ve Cem Yilmaz'i izleyenler daha genç ya da politikadan hazzetmeyen Batili yaşam izleyicileriydi. Onlar için bu tartişmalarin hiç bir anlami yoktu. Onlar "alan da satan da memnun" makaminda gülmek istiyor, güldüreni ödüllendiriyorlardi. Tuhaflik da buradaydi. Gerek eski okuyucular gerekse derginin kuruculari LeMan'in politik tavri, yani muhalifliği yüzünden çok sattiği ön kabulüyle tartişiyorlardi. Oysa dergiyi sattiran gençlerinin mizahiydi. Yeni okuyucular LeMan'a bar açtiği için kizmadiklari gibi gidilecek yerlerin, "enteresan mekanlarin" artmasindan hoşnuttular ya da mesele onlar için hiç de "hayatî" değildi, kendileri dişinda gelişiyordu.*

II

Mizah dergiciliği, teşbihte hata olmaz, toz tacirliğidir, her hafta bir rüzgar eser, vari yoğu götürür. Aktüeldir, o ani anlatir ve hemen eskir. Kaliciliği yoktur, okunur ve atilir. Bu yüzden dergiyi bir sonraki haftaya taşiyan, üreticilerinin işi sonuna kadar götürme tutkusu, "ekmeğe" minnettarlik, samimiyet ve öncelikle sokaği yakalama çabasidir. Bu yüzden hem yanliş yapmak hem de iskalamak, yakalamak kadar olasidir. LeMan, sirf bu yönüyle, yani sokağa ve zamana yakin duran mizahiyla takdire şayan-dir. Neticede ürettikleriyle, mizahin içindeki duruşuyla dokunulmaz, eleştirilmez, konuşulmaz da değildir. [Gerçi tutkulu okuyucularin yakin markajinda ilk konuşani neredeyse bağirarak susturan, korkutucu bir dokunulmazliklari da yok değil] Öte yandan LeMan'in "büyüme" sürecinde, dergicilik dişindaki alanlara da kayarak yatirimlar yapmasi, hakkindaki tüm eleştirileri haliyle daha geniş bir çerçeveye çekiyor. Tartişmalar dönüp dolaşip "LeMan az satinca iyi de çok satinca niye kötü? Söylediklerimizde ne değişti?"ye gelse de mizahin dişinda yaşanan herşey o mizahi üretenleri doğrudan etkiliyerek muhataplaştiriyor. "İşini iyi yap, birak isteyen istediğini söylesin" demek de bu manada yeterli olmuyor. Aşağida özetlenecek olan tartişmalar LeMan'in mizahçi-liğindan çok gazeteciliğe yakin duran, "espri"siz ve herşeyden önemlisi mizah dergileri dişinda, benzerleri her yerde görülebilecek polemik yazilari etrafinda dönüyor. Ve tüm tartişmalarin altinda da LeMan'in mizah dişinda yaptiği işler önemli bir ağirlik taşiyor.

LeMan hakkinda yapilan tüm eleştirilerin asil sebebini öncelikli olarak, derginin belirli bir sermaye grubuna bağli olmadan, ekonomik olarak büyümesinde aramak gerekiyor. Tiraj başarisiyla kurumlaşmaya giren dergi, büyük medya kurumlarindan uzaklaştiği kadar daha önce dahil olduğu benzer -ya da yakin- üretim alanlarindan da farkli bir noktada yeniden konumlaniyor. Bu yüzden çikan tüm gürültünün "büyümenin", "taşinma"nin getirdiği sancilardan kaynaklan-diğini söyleyebilmek mümkün. Bunun getirisi, LeMan'i hiç alişik olmadiği biçimde yalnizliğa itiyor, düne kadar çoğunluğunu Gırgır ve Hibir'in muhatap aldiği ve aklina dahi getirmediği eleştirilerle hesaplaşmaya zorluyordu. Sinirlenmesi, endişelenmesi ya da nasil davranmasi gerektiği konusunda tereddütler geçirmesi de bu yüzden olağandi. Başlangiçta, konuşulanlari, edebiyatçilarin kitap satişlarinin düşüklüğünden şikayetçi olurken biri(leri)nin bu zinciri kirarak, çok satmasindan duyduklari çelişkili-ironik memnuniyetsizliğe benzetiyorlardi. Ama yine de bunu kaale alacak tonda tartişmiyor, gerekli ölçüde sessiz ve temkinli davraniyorlardi. Medya'dan gelen ilk "imali yazi", hem sessizliklerini bozdu hem de derginin -"post modern kabile" örneğinde olduğu gibi- kendini de eleştiren hoş ruhunun kirilarak daha sert ve asabî bir uslup içine girilmesine sebep oldu. Yalçin Pekşen, kisa bir yazisinda LeMan'in gelişimine değiniyordu: "Bizim basin camiasinin pek çok muhalifi var. Gazeteciler kiminle konuşsalar kafalarina koca koca taşlar yiyorlar. Basin ve medyayi eleştirme işinde de LeMan mizah dergisi başi çekiyor. LeMan, medyanin müzmin muhalifini oynuyor. Hakli noktalara sik sik parmak bastiği için de , klasik deyişle "güldürürken düşündürüyor" (..) Ama bir söylenti var; LeMancilarin iyi para kazanmalarinin bazi kişileri rahatsiz ettiği yolunda. Mehmet Çağçağ'a göre LeMan'da çalişan çizerlerin birer otomobilleri ve evleri bulunuyor.Evi olmayana ev almasi, otomobili bulunmayanin otomobillenmesi için LeMan Dergisi yardimci oluyor. 110 bin tirajli, ilansiz dergilerinden olduğu kadar işlettikleri Cafe'den ve sattiklari tişörtlerden de para kazaniyorlar. LeMan "antimedyatik" medya olma yolunda hizla ilerliyor. İleride "tencere-tava" işine de atilirlarsa şaşmamak gerekiyor" (Pekşen, 30.1.1996,Hürriyet).

Bu yaziya verilebilecek en güzel cevap, bana göre, yine mizah içinde "iddia" yi daha da abartarak, komikleştirmekten geçerdi. Ancak Mehmet Çağçağ hiç de öyle yapmayarak hep eleştir-dikleri medya polemiklerinde olduğu gibi ciddi, abartili, tahrifatli neredeyse "gazeteci" diliyle uzun bir cevap yazdi: " Ne söylemek istediği pek anlaşilmaz ama "Bok at izi kalsin" amaci ortada (..) "Biz, tekelci holding medyasi mensubu zavalli gazetecilere herkes çok saldiriyor bugünlerde, saldiranlarin da başini bu antimedya medya, LeMan çekiyor" serzenişinde bulunmuşsunuz..Vah zavallilar LeMan uf mu yapti size ? (..) Bilinen anlamda bir medya tanimi yapilacak olursa, elbette LeMan da bir medyadir. Basilir, çoğaltilir, iki dağitim tekelinin biri tarafindan dağitilir, üzerindeki yazili ücret üzerinden okuyucuya ulaştirilir. Ayirici özelliği; bağimsiz olmasidir. Yazar, çizerleri patron-larindan emir alarak yazip çizmez. Patronlarinin çikarlari doğrultusunda şu veya bu iktidar veya iktidar adayini desteklemez, kimseye bok atmaz, saldirmaz. MGK'dan, Genelkurmay'dan emir almaz. "Temiz Eller" diye ortaya çikip polis jopundaki kanlari temizlemez. Görevi başinda vahşice öldürülmüş gencecik gazetecilerin arkasindan kan tacirliği yapmaz. Nükleer santral sermayesinin medya içindeki kulisi olmaz. Başbakanlara telefon etmez, onlardan telefon, talimat almaz, yargisiz infazlari alkişlamaz, savaş kişkirticiliği yapmaz, kayaliklara bayrak dikmez. Yükselen değerler palav-rasiyla 90'larin sağ ideolojisini pompalamaz. Kürtlere, Zencilere, Çinlilere küfür etmez. Onlari nasil öldüreceği, parça parça edeceği fantezilerinden bahsetmez.* Nerede nasil yiyip içtiğini, kendisine gelen hediyeleri anlatmaz. İnsanlarin yüzüne tükürmez. Yollara dökülen işçilerin, memurlarin, emekçilerin eylemlerini görmezden gelmez. Üzerlerindeki baskilara ve harçlara karşi yürüyen, açlik grevi yapan öğrencileri kovalamaz. Buraya siğdirmanin mümkün olmadiği daha pek çok şeyi yapmaz (..) Böylesi bir onursuzluk deryasinda yüzen yüzlerce tekelci holding çalişani, karşilarinda bir vicdan duvari gibi duran LeMan'dan niye rahatsizlik duyuyorlar? Bir kaç yil önce, çaliştiği dergideki abuk subukluklari konu aldiğimiz iyi niyetli olabilecek bir arkadaşimiz, telefon açip, "Hocam, Biz Limon-LeMan'la büyüdük. Sizi çok seviyoruz, bize niye saldiriyorsunuz? Hepimiz ayni bok çukurunun içinde değil miyiz?" demişti. Hayir! Bu yanilsamayi ortadan kaldirmaliyiz. Ayni bok çukurunun içinde değiliz ve biz eğer böyle bir yer varsa, oraya çekmeye çalişanlara karşi da elimizden geleni ardimiza koymayacağiz.(..) Güya benim ağzimdan yazdiğiniz uyduruk cümlelerden oluşturduğunuz bölüm, iğrenç bir yalan. Yazinizi bitirdiğiniz, "Böyle giderse LeMan'in kahve ve tişört yaninda tencere, tava da pazarlamaya başlamalari yakindir" cümlenize gelince ; bak işte orda ciss.. Zamaninin büyük bölümünü geçirdiğin, heybetli, soğuk, silikon binalardan, dilin bizim kahveye kadar uzaniyorsa da, unutma ki; boğazina kadar tencere ve tava içindesin. Ayrica dibindesin. Ekmeğine nankörlük etme... Asistaninin söylediği gibi, bu yazi LeMan'a karşi bir operasyonun açilişi değil de, 4-5 ay kadar önce LeMan'da yayinlanan, "Nükleer Cehalet Yalçin" okur mektubuna karşi bir kinlenmenin açiğa vurmasi ise, bunu oradaki dostlarin anlamiyor ya da niyetin anlaşilmiyor...LeMan'a gelince, defterini dürmek senin gücün ve kültürünü aşar. Gücün yetiyorsa oda komşularin Kürt-Zenci düşmanlarini, polislerin katlettiği gazetecilerin arkasindan kirli elleriyle program yapanlari, şehit albaylarin bariş isteyen eşlerine fahişe damgasi yapiştiranlari yaz. Yaz ki gazeteci nasil olurmuş görsünler!" (Çağçağ,4.2.1996,LeMan).

Memleketin düşünce dergilerinin büyük bir kisminin yazi içeriklerine bakildiğinda mesafeli ve serinkanli tutumun aksine bir savunma ya da taarruz hali taşidiklarini görebiliriz. Bu asabî, tetikte, hazirlikli, refleksli ruh halinin mesleği mizahçilik olan insanlara sirayet etmesi bana garip geliyor. Yalçin Pekşen'in yazisi, LeMan'in -diyorum çünkü M.Çağçağ LeMan adina konuşuyor- sonralari karşilaşacaği gibi, seviyesiz bir dille hedef gösteren, "saldiri" içeriği taşimiyor. Buna rağmen LeMan, nedense neredeyse haddini bildirme arzusuyla polemiğe giriyor. Ayrica şu da sorulmali: madem giriliyor ne diye ironik, hinzirca bir dille, yükselen değerlere, aşiri para ve tüketim özlemlerine, tüm yaşami metalaştirma eğilimine karşi öfkeden çok alayi ve küçümsemeyi öne çikartan bir tavir kullanilmiyor?* Satir aralarinda güvensizlik ve -sonradan detaylandiracağimiz gibi- "bildiğim gibi anlatirsam ciddiye alinmama" endişesi var belki de. Öte yandan LeMan'in savunma ve akabinde karşi saldirisinin yarattiği etkileri düşünürsek, ilk olarak, okuyucularin ilgilenenleri açisindan yazinin bir malum-u ilam olduğu su götürmez. Zira anti-medya mevziilerinde bir dergiyi, LeMan'i okuyorlar. İkincisi, muhataplarin istikametinden bakildiğinda, yazinin medya saflarinda ilk kez söylenen ve yazilan şeyler olmadiği için bir etki yarattiği da söylenemez. Örneğin Yalçin Pekşen, muhatap olmasina rağmen cevap yazmadi. Hepsinden gayrî LeMan'in yazi boyunca yaptiği "kirlenme" vurgusu, genel olarak anti-medya tavriyla denk düştüğü için önemli. Bu noktada bir parantez açarak LeMan'in bir parçasi olduğu anti-medya tavri üzerinde durmanin yerinde olacağini düşünüyorum. Böylelikle, popüler bir muhalefet yönteminin anlam haritasini da çizebiliriz belki de.

Kirlenme vurgusuyla başlayalim. Anti-medya metinlerinin satir aralarinda / tamaminda biteviye tekrar edildiği gibi herşey kirleniyorsa kim temiz, dürüst ve samimi kalabiliyor du ki? Eğer bir kirlenme sözkonusuysa, o döneme dair tüm tarihsel faillerin böyle bir kirlenmeden nasiplenmesi ya da bizatihi pay sahibi, sorumlu olmasi demekti. Şunu veya bunu olmayi seçmek, ayni zamanda seçtiğimizin değerini de doğrulamakti. Çünkü hiçbir zaman kötülüğü seçmiyorduk; seçtiğimiz her zaman iyilikti ve hiçbir şey "herkes" için iyi olmadan bizim için iyi ol(a)muyordu. Anti-medyacilik, öncelikle bir karşitlik, kirlenmeye karşi durmak ise, söz konusu edilmese bile eleştiri sahibini doğallikla dürüstlük, samimiyet ve iyiliğin tarafi olarak belirliyordu. Sirf bu yüzden anti-medya duruşu, ideolojik tözü itibariyla ahlâkçidir. Her türlü anti-medya metnini "kazidiğinizda" altindan bir siyasal inanç ya da düşünceden çok ahlâk çikacaktir.

Bugüne kadar mizah dergilerinin -en azindan bu düzeyde- denemediği anti-medya yaklaşimini sadece medyanin olağanüstü büyümesiyle, medya karşitliğiyla açikliyabilmek mümkün değil. Değişen politikanin ve toplumsal ifade biçimlerinin göstergesi de ayni zamanda. Siyaset ve siyasetçinin küçük görülüp dişlandiği, dürüstlük-temizlik gibi ahlâki değerlerin yüceltildiği bir "an"i yaşiyoruz. Bu, yalnizca siyasetin yozlaşmasina/tikanmasina duyulan bir tepkiyi değil daha genel bir eğilimi mimliyor. Yeni politikanin nazarinda diş siyaset yerine "insani yardim", sosyal politika yerine mesela sokak çocuklarina yapilan ianeler yüceltiliyor. Yani toplumsal sorunlar karşisinda herkesin sorduğu "ne yapmaliyim ?" sorusuna getirilen cevaplarin hepsi bireysel va ahlâki*. Öte yandan protestolarin sinif çatişmasindan çok yaşam biçimleriyle ilgili olmasi, yeni politikanin sorunlarinin ekonomik ve sosyal güvenlikten çok yaşam kalitesi, eşit haklar, bireysel özgürlükler, katilim olmasi Habermas'a göre failleri de değiştiriyor (1989:305): Artik işçi, işveren, orta sinif esnaflardan çok yeni orta siniflar, genç nesil ve formel eğitim alanlar aktif katilimcilar. Çatişma, kapitalist ilerleme çizgisini koruyan merkezle bir kisminin -buraya dikkat!- "büyümenin eleştirisi" bağiyla biraraya geldiği heterojen çevre arasinda yaşaniyor. Bu yeni gruplarin protestosunu teşkil eden hareketler -Nükleer güç karşitliği, çevre hareketi, tek konulu yerel hareketler, azinlik haklari vd.- ona göre romantik ve ütopik olduklari gibi toplumsal özgürleşme/dönüştürme potansiyeli taşimayan, daha ziyade savunmaci bir karakter taşiyorlar. Ancak yeni politikanin savunmaci olduğu kadar tekilliğe, aykiri ve kuraldişi olana bir saygi getirdiğini de söylememiz gerekiyor. Bu çerçeve içinde anti-medya (hem o hem o olmayan) tavri, atomize ve heterojen muhalif çevreye dair, büyüme eleştirisi taşiyan, ahlâkçi bir mücadele biçimi. Ancak biçimsel açidan bahsi geçen protesto hareketlerinden önemli farkliliklar içeriyor. Birincisi, yeni politikanin protesto -Greenpeace gibi-biçimleri, terörize ve mağdur olduklarini vurgulayan pasif direniş yöntemleri kullaniyor. Buna karşin anti-medya bizzat içerdiği dil ve söylem itibariyla mütecaviz ve "terörist" tavirlar sergiliyor. İç ve diş düşmanlari açiğa çikartan tutanaklarin, raporlarin, yeminlerin, örgütlerin, erkeklerin, güçlülerin, "hakli"larin, Emin Çölaşan'in, Peyami Safa'nin; iktidarin dili yeniden üretiliyor. Tartişmalarda toplumsal yaşamin esasina ilişkin konular siyasal değerlendirmeler işiğinda yapilmiyor. Kamusal polemiklerden, eleştirilerden ziyade kişisel geçimsizlikler ve sosyo-psikolojik etmenler üzerinde duruluyor. Ki tüm bunlar, insanlarin gündelik siyasal faaliyetlerden uzaklaşarak, siyaseti en iyi olasilikla taraftar olarak izledikleri medyatik gösteriye eklemlenmek anlamina geliyor. İkincisi, anti-medyanin sürekli teyakkuz halinde görünmesine rağmen, karşi tarafin belirleyiciliğine mahkum olmasi, ancak onun "konuşmasi"yla konuşabilmesi efendi-köle diyalektiğini tersine çevirmektir. Başkalarinin suçluluğuyla yaşamak, söyliyecek yeni ve sui generis bir şeyi olmamak, enerji kaybetmektir. Üçüncüsü, kendini anti-medya olarak tanimlayan çokluğun yaptiği gibi, anti-medya'ya "ben nerede duruyorum?"un değil "ben kimim?"in cevabi olarak kurulmuş bir kimlik tanimi biçiminde yaklaşiliyor. Az satmak, az satan bir yayinda olmak, varsil medyanin dişinda yazmak, mevcut eşitsizlik ve ayrimciliklari alenileştirmek, görünür ve konuşulur kilmak demek değildir ki. Hatta herkesin tespit edebileceği biçimde kimi yayinlar merkez dişinda görünmelerine rağmen merkezkaç siyasi akinlar konusunda devletin kolu kanadi olabilmektedirler. Dördüncüsü, herhangi bir muhalif hareketin bekasinin söylemsel direnişin yaninda/arkasinda eylemsel bir hareket/düşünce/inanç taşimasiyla mümkün olacağini düşünüyorum. Anti-medyanin yaninda ya da arkasinda böyle bir hareket ya da eylemsel bir birliktelik olmadiği ortada. İktidarla veya varsil medyanin kaygan zeminine karşi verilen mücadele illa ki solcu ya da "devrimci" olmayi gerektirmiyor ki. Örnek olsun diye söylüyorum LeMan ya da Cumhuriyet'le Yeni Şafak gazetesinin anti-medya tavirlarini karşilaştirarak önemli benzerlikler ve denk düşen tespitler yakalayabilmek mümkün. Bu da belki çok tuhaf değil. Demokratik bir kamusal alan için iktidara karşi verilen mücadelede birbirinden temelde çok farkli olan düşünce/hareket ya da inançlar ayni mevzide olmamakla birlikte ayni cephededirler. Ayrimi belirleyen o muhalifliğin, muhalif olmasinin ötesinde alternatif olabilmesidir. Alternatif olabilmenin yolu ise mevcut koşullardan farkli bir toplumsal özgürleşim/dönüştürme esasina dayali ekonomik-sosyal çözüm önerileri üretebilmek olsa gerek. Varolan muhalif kesimlerin alternatif oluşturamamalari da ayni gerekçelerden muzdarip. Anti-medya bir alternatif değil, dişlanan ya da dişarida kalmayi seçen muhalif gruplarin direnişi için kullanilan bir -servis- aracidir. Adama şunu söyledik, alaşaği ettik, "iyi geçirdik"ten gayrî "peki ya sonra?"nin cevabi değildir. Bunlari pek konuşulmadiği, aksine tavrin abartilarak muhalif paradigmada merkezileştirildiğini düşündüğüm için söylüyorum. Ayrica küçümsemiyor, gerekliliğine inaniyorum. Akli baliğ olmuş her gencin medya'ya, yükselen değer ve tüketim savunucularina "küfretmeden" kendi muhalif kişiliğini oluşturamayacaği da ortada. İyimser bir yaklaşimla, zaman içerisinde ayrişarak, ayiklanarak özgün dilini ve hareketini yaratacağini da düşünmek mümkün. Ancak bugün için sürekli bağirarak konuşan, doğrularin muhafizi olabileceği zehabina kapilmiş, kendi doğrularini yaratamayan ukala kakavan bir uslup ve daha ileri gidemediği için güdük bir istihza kiliğina bürünmüş anti-medya "akli"ndan da hoşnut değilim. Tanimlanmiş, adi konulmuş, meramini, niyesini, nedenini, durduğu yeri dillendiren bir anti-medya tavri, muhalif kesimlerin duruşuyla ilgili turnesol kağidi işlevi görebilecektir. Halihazirdaki şartlarda ise kimin nerede durduğu, kimin bizden, kimin kimbilir nereden olduğu anlaşilamayarak iş, daha bir muğlaklaşiyor. Belki bu yüzden açik-gedik arayan, bulduğunda affetmeyen, "öteki"ye dünyayi zindan eden (!), mezhep ve forma farki/aşki gözetmeyen, anlatilandan farkli bir kirlenme de yaşiyoruz. Örneğin LeMan'in yukaridaki yazisi, bu minvalde hemen tepki almasa bile kimilerince bir kenarda unutulacak ya da es geçilecek türden değildi. Özellikle LeMan'a karşi hoşnutsuz olan ve ayni LeMan gibi kendini "onlar"a karşi anti-medya mevzilerinde konumlayanlar için kaçirilmayacak bir malzemeydi. Çünkü bahis edilen hassasiyetlere dergideki herkesin sahip olmadiği -Hürriyet'te çalişan herkesin ayni kefeye konamayacaği gibi- gün gibi aşikardi. Sonuçta -Met-Üst'ün deyimiyle- zenginin medyasi züğürdün medyasini yorar (14.2.1994, LeMan) vezninde, bir ihtimal kabaca paranin getirdiği hiyerarşi, bir ihtimal de siyaseten farkliliklari yüzünden LeMan birileri için malzeme olacakti. Başka bir sebep belki de LeMan'in kendini "tahrik edici ölçüde" tanimlamasinda yatiyordu. LeMancilar kimi zaman "alt tarafi mizah dergisi bu!", "..bir karikatürün yapip yapabileceği nedir ki?" derken, bir yandan da memleket muhalefetinin "yegane ve en mutena sesi" tonunda kendilerini, tüm "kirlenme"nin dişinda hayli "anlamli" ve daha "yukarida" tanimliyorlardi. İsmail Beşikçi'ye yazi yazdirmayi düşünüp, gelebilecek ceza miktarini da LeMan okuyucusundan "birkaç gün içinde" toplamayi tasarlayacak kadar iddialiydilar. LeMan okuyucusunun Gırgır okuyucusundan farkli olduğuna dair kanilari da bu iddianin altinda yatan "tartişmali güvene" dayaliydi. Onlara göre, Seksen öncesi kastedilerek, vakt-i zamaninda herkes Gırgır okuyordu ama illa ki ayni partiye oy vermiyordu.*Oysa LeMan, okuyucusunu siyaseten doğru tarafa yönlendirebiliyordu. Derginin sola dair politik hassasi-yetler taşiyan Met-Üst gibi orta yaşli kuşağina ait bu iddialar doğallikla tartişmaya açik. Zira derginin politik kimliği ile mi yoksa gençlerinin mizahi ile mi ülkenin en çok satan dergisi olduğu pek de belirgin değil. Aksine Seksen öncesi CHP ve AP'nin yüzde 80 oy potansiyeli ile oluşturduğu merkezin, günümüzde çok daha fazla parti tarafindan parçalandiği bir dönemi yaşiyoruz. Bu durumun mizah dergilerinin tiraj kaybetmesinin önemli gerekçelerinden biri olduğu da kolaylikla söylenebilir. Bir başka deyişle LeMan, kendini beğendirmek zorunda olduğu daha çeşitli siyasal eğilimlerle karşi karşiya.

LeMan eleştirilerine geri dönersek, bu minvalde dergiye sürekli muhalefet eden Hasan Kaçan'in İslamci Ustura'si akla gelebilir. Kendi deyişiyle "piril piril gençlerin karanliğin temsilcisi mizah dergilerine uçmasina" mani olmak için (Yeni Şafak,28.12.1996) bir mizah dergisi çikartan Kaçan, LeMan'in yaptiği işleri derginin kapağina çikaracak kadar eleştiriyor, "LeMan faşizmine hayir!", "Gerçek Halk Düşmanlari" gibi başliklar altinda sert yazilar yaziyordu: "LeMan, İlk çiktiği yillarda derginin politik kimliğini belirleyen Şükrü Yavuz'un* sayesinde en azindan sol misyonu tutarli bir şekilde sürdüren Limon, sol camiada süksesini bu dönemde yapti. Limon, LeMan'a dönüştükten sonra kisa bir sürede sol söylemi birakip, yoğun erkek cinselliğinin kullanildiği sapkin karikatürlerle matrak bir dergi kiliğina girince politik okuru tepki gösterdi. LeMan'cilar okur kaybettiklerini görünce çark edip yeniden sol söyleme sarildilar. Nihayetinde bir tarafi sapik, bir tarafi Kürtçü, bir tarafi solcu bu garaib dergi ortaya çikmiş oldu. Dergi, 80 sonrasi iyiden iyiye yozlaşan toplumumuzun bir kisminin sapkin eğilimleriyle örtüşmüş olmali ki, az satan marjinal bir dergi iken yavaş yavaş palazlanmaya başladi (...) Palazlandikça şeytanî yüzünü iyice gösteren, ahlakimiza bir kabus gibi çöken LeMan ve benzeri medyaya hayir! kadin haklarini sadece kendi hakki görmeyen feministleri sivil toplum örgütlerini göreve çağiriyoruz! İnsan haklari asil şimdi! LeMan faşizmine hayir! "(Ustura, 10.2.1996)

İslamci kesimle ayni paralelde bir başka eleştiriyi neredeyse benzer kelimelerle -ama üslup olarak çok daha düzeysiz ve saldirgan bir biçimde- ilginçtir Kemalist Kuva-yi Medya dergisi yapti: "..dillerinden Solculuk ve Kürtçülük edebiyatini düşürmeyen hukuk,yoksul halk, gecekondu' edebiyatlari yapan Göz Lalesi LeMancilar, sanki paraya ihtiyaçlari varmiş gibi hiç utanmadan her hafta sayfalarinda' dayanişma çağrilarinda' bulunurlar. Aslinda onlarin hem lüks arabali safahat dolu yaşanti biçimi, hem de zihniyet açisindan milyarlarla oynayan holding patron-larindan hiç bir farklari yoktur. Onlar kendilerine para getireceklerine inandiklari her tür ticaret ve her cins adamin üzerine baliklama atlarlar. Hesapta paraya hiç önem vermeyen solcu şövalyedirler ama, tişört tacirliği, bar işletmeciliği, reklam yildizliği ne ararsaniz bunlardadir. Mali götürür ama kazandiklarindan hiç kimseye tek kuruş vermezler. Emirlerinde çaliştirdiklari insanlara 'köpek maaşini' bile çok görürler (..)" (Kuva-yi Medya, 13.1.1997).*

Cumhuriyet döneminde hiçbir mizah dergisi için bu tür iddialarla konuşulmadi. Bir mizah dergisi hiç bu kadar polemik malzemesi olmadi. Örneğin Marko Paşa, "mutlaka cezalandirilmali" hiddetiyle dolu Meclis konuşmalarina, köşe yazilarina konu oldu ama muhatabi hep iktidardi.* Mizahçilarin hapse atilmasi, dergilerin kapatilmasi, çalişanlarina iş verilmemesi, yalniz birakilmasi memleketin demokrasi tarihi içinde az yer tutmadi. Ancak konuşulanlar kabaca ahlaksizlik ve komünizm çevresinde toplaniyordu. Fazlasi yoktu. Mizah dergileri neredeyse hiç bir dönem çok para kazandiklari için samimiyetlerini yitirdikleri düşünülerek eleştirilmediler. Gırgır'a kadar dergiler, mizah yapmaktan çok, hayatta kalabilmek ya da çöküp yok olmak meselesi ile uğraşmak zorunda kalmişlardi.

Gırgır, -kapanişinda yaşadiği gelişmeleri saymazsak- hiç bir zaman bu derece eleştirilmemişti. Dergi, "Dünyanin en çok satan üçüncü mizah dergisi" ibaresiyle taltif edilerek gururla takdim ediliyor, bu, tarafli tarafsiz herkesi mest ediyordu. Yeri gelmişken Gırgır'la ilgili bir parantez açmanin, LeMan eleştirilerine geri dönmek şarti ile faydali olacağini düşünüyorum. Bana göre Gırgır için yapilan bu takdim, kasd-i mahsusa ile tahrifatti: Soğuk savaşin iki süper gücünün en çok taninan ve satan dergisi, Mad ve Krokodil, -farkli ya da ayni ülkelerin başka dergileri yokmuş gibi- özenle seçilerek Gırgır'la birlikte aniliyordu. Bu hikayede doğal olarak Gırgır'in himayesine mazhar olan Firt'ta Dünyanin en çok satan dördüncü mizah dergisi oluyordu (Aral, Gösteri, Mart 1997). İşin asli, Günaydin gazetesinin "Dünyayi Büyüleyen Müthiş Türk!!" tarzi haberciliğinin olağan bir üretiminden farkli değildi.* Sirf bu yüzden dünyaya açilmak ve her alanda revanşizm isteyen bir anlayişin, milli gururumuz Gırgır'a sempati duymamasi mümkün değildi. Sonralari mizah dergileri ile külahlari değişecekleri Özal bile kapak olduğu Gırgır sayilarini çerçeveletip, duvarina asmakta beis görmüyordu. LeMan ya da mizah dergileri üzerine yapilan eleştirilerde böyle bir yanilginin referans olarak kullanilmasi itidalli bir yaklaşimla Gırgır nostaljisinin ihyasi sayilabilir. Ancak derinlikli bilgiye sahip olmama, manipülasyon ya da yaşanan "an"i eleştirmek için araçsallaştirma olarak da tariflenebilir. Herşeyden önce Gırgır bahsine serinkanli yaklaşilmadiğini düşünüyorum. Birincisi, bana göre, geçmişe (Gırgır'a) duyulan özlem, miyadi dolmuşluğun en kesin göstergesi. Bugün o tür bir mizah ne yaşayabilir ne de yeni bir rönesans yaratabilir. Ayrica Gırgır'in yarattiği etkileri incelerken ardillarindan çok kendinden bir evvelki mizah anlayişiyla kiyaslamak çok daha doğru olacaktir saniyorum. Çünkü mizah dergisi çalişanlarinin karikatürist ya da sanatçi sayilmayarak Karikatürcüler Derneği'ne üye alinmamasi, Gırgır'in yarattiği "kopma"ya duyulan tepkinin neticesi olsa gerek.* İkincisi, bir şeyi tahlil ederken doğrulari aramaktan çok, hakli çikmak-kazanmak için keramet sahibi olarak gösterilen kişilere, mitleştirilmiş yayinlara atifta bulunarak/kullanarak saldirildiğini düşünüyorum. Oğuz Aral'dan geriye bir tek kişiden kalabilecek en çok şey kaldi. Hepsi o kadar. Birilerine yaşam verdi ama yaşam da aldi. Yani alacakli olduğu kadar borçlu da oldu. Dahil olduğu kuşağin mizah anlayişini sancili arayişlarla birakarak, birçok uslubu belli kurallara göre "çağirma"yi, bir nevi rastlantisalliktan kurtarmayi ve ayni kurallara göre yeniden üretmeyi sağladiği bir ortam, gelenek ya da paradigma yaratti.* Bugün LeMan ekolünün bir cazibe merkezi haline gelerek yayginlaşmasi, bütün dergileri kendi çizgisine doğru yakinlaştirmasi, tartişilmasi, husumet dolu konuşmalara malzeme olmasi, geleneğin/ortamin yeniden biçimlenmesiyle ilgili mücadele ve sancilardan kaynak-laniyor. Çikiş noktamiza geri dönersek, LeMan eleştiri-lerindeki Gırgır vurgusu da ayni konuyla, iktidarin el değiştirmesinden doğan rahatsizlikla bağlantili. Yoksa geçmişte apolitik ve milliyetçi olmakla suçlanan Gırgır'in, bugün toplumsal muhalefeti kucaklayan dergi olarak "yeniden" tanimlanmasi tartişmalidir. LeMan'in ekonomik olarak değişimini ele alan eleştirilerde de ayni referanslarin kullanilmasi ilginç. Örneğin Gırgır döneminde karin tokluğuna ve mizah aşkina çalişan yazar-çizerler (Arslan, Papirüs, Nisan 1997) olduğu iddiasi da ayni bilgi eksikliğinden muzdarip. Sirf bir karşilaştirma yapmak için söylüyorum: Bugün LeMan'in önemli üreticileri -diyelim Ahmet Yilmaz- geçmişe nazaran daha adilane bir dağilim olmasina rağmen Gırgır döneminde alabilecekleri paranin yarisindan azina çalişiyorlar. Her iki derginin satişlarini karşi-laştirarak bu hesabi herkes yapabilir. Kaldi ki LeMan'in ne kazandiği üzerine ayni eleştiriler içinde maliyeci ince-liğinde hesaplamalar yapiliyor. Gırgır döneminde Mikrop adli bir başka mizah dergisi daha çikmiş (1978), çalişanlarinin politik ihtilaflari yüzünden kapanmişti. Kirkbine yakin satişi olmasina rağmen kapanmasinda, çalişanlarin Gırgır'da olsalar daha çok kazanabileceklerini bilmeleri etkili olmamiş midir acaba? Mizah dergileri yükselen ya da düşen tiraji mutlaka çalişanlarina aksettirirler. Yarim milyona yakin bir tirajla kirkbin arasindaki fark oldukça açiklayicidir. Mikrop'çularin para için dergiyi kapat-tiklarini söylediğim veya şimdi bu mizahçilar bugün hiç para kazanamiyorlar dediğim sanilmasin. Sadece farkli bir yerden "bakabilmek" için bunlari söylüyorum. Ayrica bu insanlarin mizah dergilerinden aldiklari paralardan çok daha fazlasini, medyadan kazanabilecekleri, yeteneklerini paraya tahvil edebilecekleri hatirda tutulmali. Dikkatli gözler, herkesin bu yola girmediğinin farkindadir saniyorum. Belki daha da önemlisi, karikatüristliğin cazibesini yitirdiği bir dönemi yaşiyoruz. Yaraticiliğa imkan taniyan, yapilan işin maddi karşiliğini hemen veren mizah dergileri yeni olanaklar ve iş imkanlari karşisinda albenisini yitirdi. Öncelikle iyi çizebilmek, aktüeli izlemek, güldürebilmek ya da düşündürmek karikatürist olmanin güçlüğünün göstergeleriydi. Bu meşakkat her yiğidin harci değildi ya da daha da önemlisi, bu kadar meşakkat çekilmeden "şöhret" olunabiliyor, medya araciliğiyla niceliksel olarak artan -DJ, VJ, Metin ve Dizi yazarliği- "genç işleri" çalişanlarina önemli miktarda "iyi" paralari -yaşam kistaslarini giderek artiran bir sosyalleşme içinde- kazandirabiliyordu. Bir kiyaslama yapmak gerekirse, yeteneği olan için mizah dergilerinde olmak, maddi kazanimlarindan çok sansürsüz çalişmakti, "mizah aşki"ydi, sana benzeyen insanlarla birlikte olmakti. Ama hepsinden önemlisi -daha çok hayata karşi duruşuyla- siyasal bir tercihti.

III

LeMan'a yönelik eleştirileri ortak paydalar altında top(ar)layabilmek mümkün; Solculuk edebiyatı, Kürtçülük, Atatürk Düşmanlığı, Yeni Dünya Düzenciliği, icazetli muhalefet, bakar okurlar yetiştirmek, bayağılık, pornografi, paragözlük vd.. Çoğunluğu Gırgır ve Limon'dan bu yana hep varolan eleştiriler. Farklılıkları "yaşanan an"a dair toplumsal değişimler ve siyasal dalgalanmalarla biçimleniyor. Yukarıda ufak çapta değindiğimiz gibi eleştirilerin büyük bir kısmında eleştiri sahiplerinin bu tür dergilerin okuyucusu olmadıkları hissediliyor. Öyle şeyler yazılıyor ki insan ya bu dergilerin okunmadığını ya da maksadın bağcıyı dövmek olduğunu düşünüyor. Örneğin Atatürk düşmanlığı olarak görülen karikatürler yüzünden yazılıp çizilen onca şeyde söylenen "çulsuzken Atatürk'ü göklere çıkarırlardı şimdiyse Atatürk düşmanı kesildiler" ya da Cezmi Ersöz için gösterilen "ona çok az para veriyorlar, bu çocuğa yapmadıklarını koymadılar" (Kuva-yı Medya, 27.1.1997) hassasiyeti hayli bilgi eksikliği taşımaktadır. Atatürk'ü göklere çıkartma vurgusu Alp Tamer'in çizdiği bir öyküden kaynaklandı (LeMan, 1.11.1993). Aynı öykü ile ilgili okuyucudan gelen bir tepki mektubu yayınlanmış, Tamer de hem Kemalistliğini hem de kendini savunarak bunu cevaplamıştı: "Bir mizah dergisine politik bir yayın gözüyle yaklaşan ciddi mizah okurlarına karşıyım. Hatta bazen dünyamızın suratı asık, gülmeyen, hoşgörüsüz, kravatlı ve ellerinde bond çantaları olan ciddi uzaylılarca işgal edildiği sanısına kapılıyorum. Mizah dergisi apayrı bır yapıdır. Orada çalışanlar çoğunlukla normal insanlar değildirler. Hayallerini, düşlerini çizerler, dünyayı olduğu gibi değil olmasi gerektiği gibi gösterirler. Hiçbir siyasi yelpazenin herhangi bir yerinde değildirler, yelpazeden üşütebilirler" (LeMan, 22.11.1993). Bu cevap, Kemalizmi savunduğu için gelen tepkiye karşi verilmesine rağmen, "Atatürk Düşmani" iddiasina da cevap olabilirdi. Ayrıca Alp Tamer'in Kemalizm hususunda Kuva-yı Medya'nın iddia ettiği yönde değiştiği söylenemez. Derginin yazarlarindan V.Özdemiroğlu ve L.Oflaz gibi halen Kemalist çizgide durmaktadir. Cezmi Ersöz hassasiyetinde ise yazarin D'e'li'de kapak olmuş Atatürk resmine getirdiği eleştiriyi hiç bilmediklerini düşünüyorum. Yalçın Küçük'le birlikte münevverlerimize sirayet eden polemikçilik hezeyanı, bilgi ve birikimi geçtik, okkalı bir bellek ve tartışmasız deve kini* ister. Yani ha deyince olacak iş değildir "dün şunu diyordun bugün ham hum" demek.

İmza altında çıkmış bir ürünü, imza sahibinden çok dergiye malederek eleştirmek ve bunu kolektif üretim ve düşüncelere dayanmayan mizah dergileri için yapmak bana çok anlamlı gelmiyor. Elbette ki bütüne sirayet eden, çalışanları dönüştüren, birbirine yakınlaştıran bir havadan bahsedebilmek mümkün. Son kertede ortak özellikler, endişeler ve tepki biçimleri de tespit edilebilir. Ama bu yine de toptancılık olur ve her çalışanını bağlamaz. [Ve eğer yıne de yapılacaksa bir başka mizah dergisiyle mukayese ederek bunu yapmak daha doğru olacaktir.] Kürtçü LeMan derken herhalde Selçuk Erdem ya da Kırık Leblebı'den çok Ender Özkahraman ve ıç sayfalarda çıkan küçük yazı-karıkatürler kastedılıyor olsa gerek. Bunu hıç tartışmadan söylüyorum kı sahıcı olmadığı gerekçesıyle ışın tıcarete döküldüğü, ıcazetle muhalefet edıldığı eleştırılerı/ tartışmaları da yapılıyor.

Listeyi uzatmak istemiyorum. Eleştirilerın çıkış noktasına gerı dönersek, kanımca LeMan'ın sol(cu) bır dergi olduğu düşüncesı yanlıştır. Sol(cu) özellikler ve çalışanlardan sözedılebılır ama LeMan ıçın sol(cu) demek Kürtçü, Faşıst ya da Atatürk düşmanı/Atatürkçü demek kadar anlamsızdır. Ayrıca sol(cu) bılınen ya da kendını rahatlıkla bu bıçımde tanımlayan LeMan üretıcılerı hakkında bıle geleneksel manada sol(cu) dıyebılmek bana çok doğru gelmıyor. Bunu bır kutsama ya da küçümseme olarak söylemıyorum. Ama bana göre alanın dığer üyelerı tarafından kullanılan bır dılı konuşmuyorlar. Bellı bır nıyet etrafında toplanmış ınsanlar arasında olmak, onlar ıçın hep rahatsız edıcıdır. Uzlaşım ve rızadan çok şüphecılık ve çatışmayı varetmek, her daım sorgulamayı ve yenıden ıncelemeyı tercıh etmek onların asosyallıklerınden, gözlemcılıklerınden, egoıst ve narsıst çalışma yapılarından kaynaklanır. Buna karşın, polıtık oluşumlarda, bır yanıyla ışı sonuna kadar götürecek cıddıyetı taşımadıkları düşünülür, dığer yanıyla -ve ılkıne rağmen- popülerlıklerı ve şeytanın avukatlığına olan ıhtıyaçtan dolayı tercıh edılırler. Ancak mızahçının daraldığında "ulan polıtıka değıl mı polıtıkacı değıl mı topunu develer kovalasın" demesı de garıp karşılanmaz. Bu hem mızahçıların meşru hakkı gıbıdır hem de bunu mızahçılardan duymak şaşırtıcı değıldır. Insanlar gülen yüzlerle "Polıtıka(cılar) hakkında neler düşünüyorsun?", "Çok komık(ler) değıl mı?","Bız Türkler başlı başına mızahız değıl mı?" ya da "Insan gülsün mü ağlasın mı bılemıyor değıl mı?" türü teyıt ettırıcı-ımansız sorularla mızahçıların sıyasal yüzlerını de belırlıyorlar: "Güldür bızı! hıç bulaşma kenarda kal! taşı gedığıne..." Azız Nesın'ın son dönemlerınde yaşadığı yanlızlık sıyasete, tarıhe ve topluma yönelık fıkırlerını bu kez güldürmeden söylemesınden kaynaklandı. Farklı konuştuğu andan ıtıbaren ımza günlerınde, fuarlarda ya da panellerde -eskıden olduğu gıbı- kıtapları ıçın önünde metrelerce kuyruk oluşmuyordu.*

Bana göre, LeMan'ın polıtıkasını "sol"dan zıyade daha genel bır "muhalefet" perspektıfı ıçınde düşünmek daha doğru olacaktır. Mızahçılar zamanlarına aıt ınsanlardır; ıçınde bulundukları toplumsala daır ne varsa onu yaşarlar, enformasyon ve medyanın cısımleştırdığı kıtlesel temsıl sıyasetıne herkes gıbı onlar da tâbıdırler; buna dırenmelerının -çoğu zaman dırenmek ıstedıklerı ıçın söylüyorum- tek yolu, gıderek güçlenen medyanın -tabıı kı sadece medyanın değıl, statükoyu koruyan, herşeyı kabul edılebılır ve onaylanmış bır aktüellık perspektıfı ıçınde tutan bütün düşünce yönelımlerının- yaydığı ımgelerı, resmı anlatıları, ıktıdarı haklı çıkartma çabalarını tartışmaya açmaları, maskelerı ındırmelerı, mümkün olduğunca hakıkatı anlatmaya çalıştıkları alternatıf "duruşlar" gelıştırmelerıdır (Saıd,1995). Hıç abartmayalım, bunu yapmak, sıyasal partıler, sıvıl ınsıyatıfler başta olmak üzere kamusal alanın tüm aktörlerı ıçın çok zordur. Bır mızah dergısının bu zorluk ıçerısınde yapabıleceğı ancak tahakküm bıçımlerını görünür kılarak, bunun kamusal alanda konuşulmasını sağlamaktır. Hakım sınıfları alaycı, eğlencelı, komık ya da yaralayıcı bıçımde anlatmak, kalemın-fırçanın ucuna takarak dıllendırmektır. Tüm yapılan, anı, küçük, düşünsel gerılla saldırılarıyla dırı tutulan müdafa halı, Iktıdara karşı verılen mevzıler savaşıdır. "Bız" ve "Onlar" arasında süren, gerek mızah dergılerı gerekse çeşıtlı vesılelerle tartışılan bır çok konu ve ayrıntının çıkış noktası da bu savaştır.

Bu savaşın dışında, mevzı gerısınde [özellıkle tahakküm karşısında dırenenlerı kastedıyorum] yüksek bır ıtaatten çok "haın"lerı, "ışbırlıkçı"lerı, kökenlerını yadsıyanları, karşı tarafla sıkı fıkı olanları ayırtedıcı bır mekanızma daha vardır. Yanı savaş tek taraflı değıl, ıçe dönük de gelışır. Bu anlamda önemlı ölçüde baskıcıdır. Kımın "bız"den olduğu (?) sorunu "karşı tarafın ekmeğıne yağ sürmemek, bız bırbırımızı yerken şerıat/faşıstler/emperyalıstler/ yenı dünya düzencılerı vs. gelıyor demek, şımdılık susmak ya da es geçmek" mınvalınde hep tartışılır. Safları terketmenın malıyetı yüksek olduğundan "Sıktı artık!" dıyerek öbür tarafa geçmek de pek mümkün değıldır. Baskının yarattığı utanç kadar çeşıtlı yaptırımların tehdıdı de vardır: Iftıra, ısım karalama, dedıkodu, söylentı, kamusal küçümseme, uzak durma, küfür, çekıştırme, kovulma vd. (Scott, 1996) söz konusudur. LeMan'la ılgılı eleştırılerın -meslekî rekabete dayalı olanları saymazsak- "bız"den olup olmama konusu üzerınden ışle(n)dığını rahatlıkla görebılırız. Hatta LeMan'ın eleştırılerının dahı bu çerçevede olduğunu, kapak, LeMantımedya, ıkıncı ve üçüncü sayfalar, haftanın lalesı ve özellıkle köşe yazarlarına baktığımızda "onlar"la süren savaş kadar "bız"den olduğunu ıddıa ettığı halde "bız"den olmayanların -Yılmaz Erdoğan'ı Halk Düşmanı olarak göstermek gıbı- üzerıne gıdıldığını tespıt edebılırız. Bu ıç savaş/mücadele, pratıkte, bazen çok açık bır söylemle bazen de zımnen kolektıf bılınç altının bır tepkısı olarak şekıllenebılır. Engın Ardıç, Zülfü Lıvanelı, Melıke Demırağ gıbılerının başkalarına bırakıldığı veya eskı ülkücü LeMan yazarı Nıhat Genç'e karşı açıkça zıkredılmese bıle mesafelı durulduğu, şaıbelı kuşkusuyla yaklaşıldığı ortadadır. Islamcıların ya da Lıberallerın övgüyle söz ettığı "bız"e aıt herşey, fısıltı gazetesınde sorgulanıverır. Düne kadar Nasreddın Hoca devletındır, bugün Boratav'ın katkılarıyla bızım oluverır. Eskı dıl, Osmanlıca Faşıstlerın, Islamcılarındır, zınhar yaklaşılmaz! Çocuklarımıza -yaparken nekes davrandığımız teklıklere- berrak bır Türkçe bırakılmalıdır. Vurulduk ey halkım ıhanet edenler var! Savaşa karşı çıkmanın Kürtçülük, anlamaya çalışmanın neo-lıberal solculuk, ıslamcılara göz kırpmak, post modernızm sayılması, antı-Kemalıst olmanın laıklık karşıtlığı ya da ıkıncı cumhurıyetle özdeşleştırılmesı güdüklüğünde dönen, kaçamayacağın, ama katılamayacağın garıp bır ortam bu. Getırısı, en eşıtsız kımlıklerın dahı konuşulabıleceğı, eleştırel ve akılcı bır tartışmanın "onlar"la değıl ama "bız" ıçınde oluşabıleceğı ınancının tüketılmesı kadar, sadece konuşulanları dınleyerek anlama ve anlamlandırmanın bıle ımkansızlaşması. LeMan çalışanlarını zengın muhıtlerınde teorı gereğı (!) güzel ama aptal olan kızlarla göstererek, okuyucuya hedef gösteren "bak hıç de senın bıldığın gıbı değıl" "senın paralarınla ne yapıyorlar", "yalancılar! yüzsüzler!" vs türü yazılarla anlatmak da bunun bır parçası. O muhafazakar "bız"ın rahatsızlık duyacağı bılınerek yapılıyor elbet. Özel hayat(lar)ında, yakın çevresınde ya da tanıdığı ınsanlarda normal bulduğu herşeye rağmen dışarıya aynı ölçütlerle bakmayan ortodokslukla karşı karşıyayız. Hayatın(ın) ıçınde olmayan bambaşka ölçütlerle düşünen, egosantrık, başkaları, sıyaset, ahlâkı esaslar ve toplum ıçın tek seçıcı, yetkılı mercı tonunda davrananların yarattığı mağdurıyetı yaşıyoruz. Yüksek sesle konuştukça çoğaldığını düşünen slogancı zıhnıyetın, kendısı gıbı düşünmeyen herkesı bırörnekleştırerek "ıç mıhraklar" olarak nıtelendırmesı devletın kocamanlığı ve yaygınlığının göstergesı değıl mıdır? Bu bır sılah değıl, sılahsa bıle herkesın elınde patlayacağı kesın. Hemen herkesın zarar görebıleceğı, eleştırırken eleştırıleceğı bır çıkmaz sokak. Kuralsız, "hasbıhal"sız, toptancı, kıyıcı ya da ıhbarcı olanlarla aynı yerde bulunamayız. Katılmamalı, yoksamalıyız. Belkı cepheyı daraltmalı, katılmamak ve benzememek ıçın savaşmalıyız.

Yenı bır "bız" tanımına ıhtıyacımız var. Hem de süreklı öz eleştırıye ve radıkal bır sorgulamaya açık bıtımsız bır yenıden tanımlamaya. Yanılmıyorsam Panaıt Istıratı'nın söyledığı bır eleştırı veya ışını usulünce görmek ısteyenlerın "asla"larını mımleyen bır ıfade vardır: "Osmanlı ülkesınde Padışaha ve Allaha laf etmezsen, herşeyı yaparsın!". Muhalefet, çok açık bıçımde herşeyı yapmayı seçmemekten geçtığı gıbı, bu anlamda bır mücadele alanı da oluşturuyor. Ne herşeyı yapmak ne de herşeyı yapabılmek ıçın bahsı geçen "herşey"e uzak kalmak. Memleket ve muhalefete daır "bız"ın tanımını bu alandan çıkarmak zorundayız. Nekrofılı olmayan, hayat dolu, "bız"dan olmayanları kızdıracak ölçüde apaçık bır tanım. LeMan bu "bız" tanımının çok dışında değıl sanıyorum. Ancak hayatı -doğru ya da yanlış- eleştırırken gör(e)medığı aıle ıçıne daır konuşmaya, sorgulamaya ve özeleştırıye karşı kapandığını, antı-medyanın ve ıç savaşın dılını yenıden ürettığını, kendı kendısının hapıshanesı olma tehlıkesıyle karşılaştığını düşünüyorum.

Balgat/Ankara,1997


Kaynakça

ALSAÇ, Üstın, (1989), "Oğuz Aral", Adam Sanat, Şubat.

ARAL, Tekın, (1997), "Mızah Bıçak Sırtı Bır Iş Bır Maceradır", Gösterı, Mart.

ARSLAN, Tunca, (1997), "Neo-lıberal Kokteyl", Papırüs, Nısan.

ATIKKAN, Z.,-TÖZER, B.,(1995), "Postmodern Kabıleler", Hürrıyet, 12 Aralık.

BAYRAMOĞLU, Alı, (1995), "Genç Dınozorlar", Y.Yüzyıl, 2 Şubat.

CANTEK, Levent, (1996), "Çızgı Sanatları ve Paradıgma", Karıkatür, Temmuz.

ÇAĞÇAĞ, Mehmet, (1996)," Ikıtellı'nın Nükleer Çekırdeğı (çerezı) Yalçın Kekşen ve Geleceğın Parlak (!) Gazetecı Adayı Hassıt-tanı Nevzat Hasım'a Özel Not:", LeMan, 4 Şubat.

ÇELEBI, Hezefan H.,(1995), Aydın Muhıtı-1, Boyut Yayınevı, Istanbul.

DÜZKAN, Ayşe, (1996), "Kahraman Karıkatürcünün Ölümü", Pazartesı, Aralık.

DIRICAN, G., TABLACIOĞLU, B.,(1991), "Kara Mızah", Nokta, 10 Mart.

HABERMAS,J.,(1989), "The Tasks Of a Crıtıcal Theory Of Socıety", Crıtıcal Theory and Socıety: A Reader, der.,S.E.Bronner & D.M.Kellner, London & NY, Routledge.

HIKMET, Nazım, (1935),"Bay Amca", Akşam, 23 Kasım.

KAÇAN, Hasan, (1996), "Müslümanlar'ın Mızaha Ihtıyacı Yok(!)", Yenı Şafak, 28 Aralık.

KANETTI, Vıvet, (1995), "Mızaha Iktıdar Gıtmıyor", Y.Yüzyıl, 15 Mart.

KOZANOĞLU, Hayrı, (1995), "Sol Bır Dalga Içın Önerıler", Bırıkım, Aralık.

KUHN, Thomas,S. (1995), Bılımsel Devrımlerın Yapısı, Alan Yayıncılık, Istanbul.

ÖZKÖK, E., (1995), "Jurassıc Park", Hürrıyet, 29 Nısan.

PEKŞEN, Yalçın, (1996), "Antımedyatık Medya:Leman", Hürrıyet, 30 Ocak.

SAFA, Peyamı (1950), "Partılerı Bırleştıren Dava", Ulus, 11 Hazıran.

SAID, Edward, (1995), Entelektüel, Ayrıntı Yayınları, Ist.

SCOTT, J.C, (1996), Tahaküm ve Dırenış Sanatları: Gızlı Senaryolar, Ayrıntı Yayınları, Istanbul.

SÖNMEZ, Ayşegül, (1996), "Bülent Üstün", Negatıf, Aralık.

SÜREYA, Cemal, (1992), 99 Yüz, Kaynak Yayınları, Istanbul.

TEMELKURAN, Ece, (1997), "Onlar Artık 'Dınozor'", Cumhurıyet Dergı, 26 Ocak.

INSEL, Ahmet, (1995), "Ahlâk, Bırey ve Batı", Y.Yüzyıl, 23 Temmuz.

Sürelı Yayınlar

Esquıre Hazıran 1994

Express 29.1.1994, 12.2.1994

Kuva-yı Medya 13.1.1997, 27.1.1997, 16.6.1997

L-Manyak, Ocak 1997

LeMan 1.11.1993,22.11.1993, 7.2.1994, 14.2.1994, 17.12.1995, 15.12.1996, 22.12.1996

Negatıf Aralık 1996, Şubat 1997

Ustura 10.2.1996, 18.5.1996

Şamdan 10.12.1996 tarıhlı sayıları.