Ilk oyununu, çalıştığı tersaneden izin alarak yazan Kandemir Konduk:
Mizah, ezilen insanın savunması
  • Cem Yılmaz şunu söyledi: "Ben mesaj verme kaygısı taşımıyorum." Tamam, taşımayabilirsin. Ama, geriye doğru dönüp de "Mizahla mesaj vermekmiş de, bilmem neymiş de..." diye hokkabazlık, şaklabanlık yapıp, geçmiş kuşakları, mizahçıları küçümserse, alay ederse, yadsırsa, o, cevap hakkı doğurur. Bildiğin yere kadar konuş, bilmediğin yerde sus. Bu millet, dev gibi bir Aziz Nesin yetiştirdi. Bir Rıfat Ilgaz, şiir ve mizahi yazılarında verdiği mesajlardan dolayı hapislerde yattı. Saymakla bitmez.
Mizah yazarı. Ilk oyunu sahnelendiğinde, ilk televizyon oyunu oynandığında, yazarlıktan ilk para kazandığında tersane işçisiydi. 6 yıl, piyasaya güvenemedi, tersaneyi bırakmadı. Sonra ayrıldı. 25 yıldır tiyatro, öykü, televizyon oyunu, şiir yazıyor. Hep geldiği yere sadık kaldı. Sokaktaki insandan, sevecenlikten, halkın kültüründen hiç vazgeçmedi. Işte Kandemir Konduk'un "Komik şiir" dediği şiirlerinden biri:

"Beyler, / Ağlatmayın kadınları.. / Gülümsetin.. / Güldürün.. / Unutmayın ki, / Insan gibi gülebilen kadınlar, / Insan gibi yetiştirir çocukları.."

Onu, en çok televizyondan tanıyoruz. "Perihan Abla" televizyonda yeni bir çığır. "Mahallenin Muhtarları" 286'ncı bölümünü oynadı. 

Film yönetmeni Federico Fellini, Kandemir Konduk'u tanımadığından olacak, aydınlar için şu eleştiriyi yapmış: 

"Aydın olmayı meslek edinenleri tehlikeli buluyorum. Kendiliğindenliği öldürür. Meslekçi aydın bütün zamanını, yaşamı özenle etiketlenmiş biçimci çekmecelerin içine kapatmakla geçirir."


 

AYDINLIK- Kitabınızda gördüm. "Ben" diye imzalı bir özgeçmişi var. Kendinizi "Mizah-Tiyatro-Öykü yazarı" diye tanıtmışsınız. "Bir de şiir yazmış" diye eklemişiniz. 

KANDEMIR KONDUK- Evet, bir telefon rehberi kaldı yazmadığım. 25 senedir yazıyorum. Her şey giriyor devreye. Aziz Nesin'e de soruyorlardı. Niye bu kadar çok yazıyorsunuz, diye. "Benim işim bu" diyordu. "Başka bir şey yapmıyorum ki." 

Niye bu kadar çok üretim? Niye bu kadar çeşit? Bir yerde yazarken dinlenmek gibi geliyor bana. Benimki komik şiirler. Gerçek şairlerden özür dilerim. Benimkiler şiirin daha komik, daha güleç yüzlü bir yansıması. Siir çok zor, çok derin bir sanat. "Roman en affedici" derler. Romanda birkaç sayfa boş geçebilir. 745 sayfanın arasında. Ama öyküde daha da kısıtlı olması gerekiyor insanın. Daha ekonomik davranması gerekli. Siire gelince, tek bir sözcüğün bile eksikliği ya da fazlalığı çok sırıtıyor. Tam bir kimyager hassasiyetiyle çalışmak gerektiğini düşünüyorum. Bu yoğun tempo içinde ben o kadar hassasiyet gösteremiyorum. O yüzden şiiri de sulandırdım. Özür dilerim.

MiZAH BiR KARSI ÇIKIS

Bu yazarlık öyküsü nasıl, ne zaman başladı?

Ben, "Küçük yaşta aldım sazı elime" derler ya... Bir gün annem mutfaktayken roman yazmaya başlamışım, gibi. Çocukluğumdan beri yazıyordum. Ama hep komik şeyler yazıyordum. 

Yıllar sonra "Gösteri" dergisinde, bundan 10-12 sene önce, bir söyleşi vardı. Doğan Hızlan yönetiyordu. Haldun Taner'ler falan vardı. "Sen, yüzüne gözüne bakılacak, boylu poslu bir adamsın" dedi rahmetli. "Genelde, kimse alınmasın, ama daha değişik yapıda oluyor mizahçılar. Nerden bu oldu?" diye sordu. 

Ben, çocukluğumda çok sıskaydım. Bir eziklik hissediyordum. Mesela top oynuyor, takım kuruyorlar. Beni takıma almıyorlardı. "Bu koşamaz" diye. Mizah da bir karşı çıkış. Kendimce, aklımın yettiğince felsefesini yapmaya çalıştım. Demek ki, hep ezilen ve dışlanan insanların bir savunması anlamına geliyor. Alay ederek, güldürerek, bir eleştiri getirerek bir takım şeyleri irdelemek... 

Sonra, çeşitli mizah dergilerinde küçük küçük yazılar çıkmaya başladı. "Papağan" diye bir dergide yazılarım yayınlandı.

TiYATRO DELiSi TERSANE iSÇiSi

Tiyatroyu biliyorsunuz ama...

Bir parantez açayım: Inanılmaz bir tiyatro manyağıydım. Her hafta! Cumartesi üç öğün, Pazar üç öğün. Mutlaka 6 tane oyun seyrediyordum. 

Bunlar 20'li yaşlarda oluyor.

25 yaşındayım. Tiyatroya olan sevgi daha önceleri başladı ama. Mehmet Ulusoy'la falan işçi tiyatrosu yapıyorduk o zaman. Yenikapı'da. 

Bir yandan tersane işçisisiniz.

Evet. Tersanede çalışıyorum. Bir yandan da tiyatro delisi. Koşturup tiyatroya gidiyorum. Tiyatroyu olağanüstü çok seviyorum. O zaman 33 özel tiyatro var Istanbul'da. 33 tiyatronun bazıları iki oyun, üç oyun koyuyor. Iki ayda bir oyun değişiyor. Bütün oyunlara gidiyorum. seyretmediğim oyun yok. Sehir tiyatroları dahil. Bazılarını iki kere, üç kere. Ne diyor, nasıl diyor adam, ne cevap veriyor, nerede çıkıyor sahneden... Böyle deli gibi. Ama metin yok. Hayatımda bir tiyatro metni görmedim, ama yüzlerce oyun seyrettim. 

71'DE TOPLUMSAL KARANLIK ÇÖKERKEN

Burayı atlamayalım. Buluştunuz. Görüşme nasıl geçti?

"Kimsin, nesin?" Işte, "Tersanede işçiyim." Bunlar da Haldun Dormen'den ayrılmışlar. Yepyeni bir tiyatro kuruyorlar. 6 çok ünlü Türk tiyatro oyunu arasında, Metin Serezli, Nevra, Füsun, Altan Abi falan, geceler boyu oturup "Hangisini oynasak?" diye oyun okuyorlar. "Bunu mu oynasak, onu mu oynasak?" O sırada, zırt, bir oyun geliyor. Biri, "Benim bir oyunum var" diye, kapıcıya bırakıp gidiyor. 

Beni çağırdılar. 25 yaşında bir adam. "Yahu sen kimsin? Oynayacağız senin oyununu" diyorlar. Ben inanamıyorum. Gözlerim doldu. 

Ve oynadılar. Kıyamet koptu. Ilk oyunda patladı. Ondan sonra iki oyunumu daha oynadılar. "Deli deli tepeli" vardı. Bir de "Işıklar neden karardı?" diye bir oyunum vardı. Eskiden çok sevilirdi. O sırada çok elektrik kesintileri oluyordu. Birtakım baskılar da yoğunlaşıyordu. Toplumsal karanlık çöküyordu. 

TELEViZYON YAZARLIGI TRT'DE DOGDU

Televizyon hemen arkasından geldi galiba?

Aynı yıl, 1971'de TRT'den o ekibe teklif geldi. Onların da yazarı ben olmuştum artık. "Yaz" dediler. "Televizyona çekelim, oynayalım." Öylece de televizyon yazarlığım başladı. Televizyonun Türkiye'de yayın tarihi 1968. Televizyon üç yıllıktı. Yazmaya başladık. Hâlâ yazıyoruz. Serüven böyle. 

Tersaneden ne zaman ayrıldınız? 

1976 yılında ayrıldım. 6 sene falan piyasaya inanmadım. Ilk oyundan hayatımda görmediğim kadar para kazandım. Ama inanmadım. 6 sene direndim inanmamakta. Yazıya güven olmaz. Kapının önüne koyarlar bir gün, aman ha, diye. O sırada 3-4 oyunum oynandı. 1975 yılında Çarşaf'ta falan yazıyordum. Başka gazetelerde dergilerde mizah köşeleri falan, ufak ufak güvenmeye başladım. 

KAYNAGI: BiZiM YASAMIMIZ

Ismarlama bir proje miydi?

Teklif Perran Kutman'a gelmişti. O, benim yazmamı istedi. Bütün yaz, tiplemeyi düşündük. "Bankacı mı yapalım, terzi mi yapalım" derken, "Seni yapalım" dedim. Pazara gider, cenkleşiyor. Üçe olmaz, beşe olur. Çiçeklerini sular. Ne diye başka tip arıyoruz. Onu yaptık. 

Yazarken tekrara düşmemek için nereden beslenirsiniz?

Üretim alanına göre değişiyor. Örneğin kitap yazmak ve televizyon için bir şey yapmak arasında çok fark var. Yazarın en özgür olduğu yer kitap. Günahı da sevabı da kendisine ait. Kaleminden ne çıkıyorsa, dizgi hatası hariç, orada görüyor. Her şey ona ait. Oysa televizyonda sizden çok kopuyor iş. En azından araya yönetmen giriyor, elektronik cihazlar, oyuncu, ses, müzik giriyor. O, sizden git gide uzaklaşıyor. Size ait bir şey var: Özü.

Beslenme konusunu çok kısa geçeyim. Çünkü onun dışında başka bir şey tanımıyorum: Içinde yaşadığımız o günlük yaşam, o ülke, o dönem. IKITELLI'YE DOLMUS YOK!

En iyi sokaktaki insanı anlatıyorsunuz. Ondan kopmadığınız belli. Bunu nasıl sağlıyorsunuz?

Simdi otobüse binmediğim doğru. Ama ben oradan geldim. Tersaneden, akasya ağacından anlaşılacağı üzere... Sonrasında da sürekli o havayı kokluyorum. O insanlarla her şekilde karşılaşabiliyorum, konuşabiliyorum. Onlarla aramda bir duvar örmedim. Ben sadece, eskiye oranla ekonomik olarak daha rahatlamış olabilirim. Ama, her gün 70-80 insanla haşır neşir oluyorum. Çeşitli kesimlerden, dar gelirli, orta seviyeli insanlar olabiliyor. Set işçisi, oyuncusu. Alışverişti, çarşıydı, pazardı, onlara bayılıyorum. Gezerim, konuşurum. Eskiden Babı-ali gazetecileri otobüste, dolmuşta, sabah vapurlarında yaşadıklarını anlatırlardı. Hepsini görürdük. Kelli felli adamlar. Ama, şimdi Ikitelli'ye dolmuş yok. 

Televizyon oyunu yazarken başlıca kaygılarınız neler?

Özellikle çocuklar üzerinde yoğunlaşıyor. Çocukların çok televizyon izlediğini, bizim türdeki dizileri çok izlediğini bildiğim için, ister istemez bir denetleme gerekli. Bir sözcükle, binlerce, hatta on binlerce çocuğu etkilemek mümkün. Onun getirdiği bir sorumluluk var. Ben bunu Perihan Abla'yı yaparken öğrendim, çocuk seyircinin çok olduğunu. Bir pedagog önerdim. Benim yazdıklarımı o denetlesin. Psikolog bir hanım geldi. "Hadi be" diye bir lâf buldu. "Bunu atar mısın?" dedi. Bir şey olmaz, dedim. Ondan sonra öğrendim. Simdi Mahallenin Muhtarları 286 bölüm oldu. Baştan sona bir tek argo, küfür, katiyen bulunamaz. Buna özellikle dikkat ediyoruz.

MEDYA ELESTiRiSi iÇiN MEDYA iHTiYACI

Medya eleştirilerinizi bir üçlemede topladığınızı öğrendik.

Son yıllarda medyanın büyük bölümünde bir yozlaşma, bir kirlenme, bir yanlışlık silsilesi saptandı. Aydınlar, insanlar, bunları konuşuyor, tepki gösteriyor. Ama bu tepki, kısıtlı kalıyor. Çünkü tepkinin yaygınlaşması için yine medyaya ihtiyaç var. Özel konuşmalarda, sohbetlerde kalıyor. Kimi zaman sivri çıkışlar oluyor. Kimi zaman da medyanın içindeyken, bir köşe yazarı bunu yazmak yürekliliğini gösteriyor. Kimi programlarda tek tük de olsa bunlar eleştirilebiliyor. Ama bunun dışında geniş bir kesim, televizyondan çok etkileniyor. Bu geniş kesim, orta ve alt gelir düzeyinde. Başka alternatifleri yok. Televizyon seyrediyorlar. Medyayı yönetenlerin bu geniş kesime karşı çok büyük sorumluluğu var. Oysa sorumluluk, reyting, tiraj savaşları arasında. Yani halka yararlı şeyleri sunmaktansa, reklam getirici, tiraj ve reytinge yararlı şeyleri sunmayı tercih ediyorlar. Bütün bunlar Türkiye insanının gözü önünde oluyor. Bunu ortaya koymak için, ben de kendi çapımda bir tepki göstermek istedim. 

TÜRKiYE'NiN MiZAHI ELESTiRiR

Burada mizah dili önemli herhalde. Son 30 yıldır mizah dilinin sürecini değerlendirir misiniz? Bekir Coşkun'un bir mizah dili var, bilmem ne volelerin de bir mizah dili var..

80 öncesi ve sonrası diye görüyorum. 80 sonrasında yetişen günümüz gençliğinin şu sırada anladığı mizahla, bizim anladığımız mizah arasında çok büyük fark var. Gülmek. Neye gülmek? Ordan kaynaklanıyor. Türkiye'nin mizahı, genel anlamıyla eleştirel bir mizah. 80 sonrası gençliğinin bugün güldüğü mizah anlayışı, kesinlikle kof. Içi boş. Sadece yüzeysel şeyler. Oysa, daha öncesinde, mizahta toplumsal olayların ağırlığı hemen hissediliyordu. Çözümler aranıyor, bunlar sergileniyor, eleştiriliyor, irdeleniyor ve mizahi yolla yazılıp çiziliyordu. Bugünün genç insanının güldüğü şeyler, kesinlikle toplumsal sorunlarla bağlantılı değil. Bir kuşağın dünyaya bakışını sergiliyor. 

Politikadan uzaklaştırıldılar.

Kendi günahları da değil belki. Ama bugün, son derece yüzeysel esprilere gülen, abartılı biçimde aptal aptal gülen büyük bir çoğunluk var. Geçenlerde çok canım sıkıldı. Sanıyorum ilk defa da çok tepki gösterdim. 

KOMiGi CiDDiYETE DAVET EDiYORUM

Binlerce genci güldürüyor. Ama bir süre sonra etkisini yitiriyor. Hızlı tükeniyor.

Çok da yetenekli bir oyuncu. Vücut hareketleri Metin Akpınar'ın ilk dönemi gibi. Ama hiçbir şey söylemeyen, 2,5 saatlik gösteriden sonra "Neydi konu, neydi oyun" diye hatırlanmayacak, "Ha ha ha, hi hi hi" güldürecek bir şey yapıyor, yapsın. Ama geriye dönüp böyle bir suçlamaya giremez. Karşı çıkmıyorlar, çünkü mikrofonu elinde tutan adamdan korkulur. Sesin çok cılız kalır. Sahnedeki adamla başa çıkamazsın. Simdi ben bunları söylüyorum. Adam, ekrana çıkıp car car car hergün benle alay edebilir, dalga geçebilir. Işte dinozor, diyebilir. Cevap verme hakkım olmayabilir. Ama, buna rağmen söylüyorum. Bu bir yanlıştır. Komikliğin de bir sınırı vardır. O komiği de ciddiyete davet ediyorum.