Kahpe tarih

Popüler kültür açısından bir sinema yazısı
VEYSEL BATMAZ*
Kahpe, sözlük anlamıyla "orospu" demek. İkinci anlamı ise (argoda) dönek. "Kahpelik etmek" ise "sözünden dönerek birine kötülük yapmak..." "Kahpe Bizans" filminin adındaki kahpenin hangi anlamda kullanıldığı pek açık değil. Çünkü, filmde her iki anlamıyla da çok dramatik bir kahpelik yok. İnsan bir izleyici olarak, acaba günümüze bir yollama mı var diyor. Gani Müjde'ye sormak lazım.
"Tarih"in kendisi ise gerçekten kahpe/dönek. Tarih, nasıl okuduğunuza ve nereden baktığınıza bağlı olarak dönüp duran bir kuş. Örneğin, 1920'lerin ortaokul tarih kitaplarında, "Rum dölü" olan Fatih Sultan Mehmet, 1950'lerden sonra, en büyük Osmanlı padişahı oluveriyor. 1980'lerde ise en doğrusunu yapıp Doğu ile Batı'yı birleştiren, ikinci arabesk köprüye adını veriyoruz. Tarihin resmi olanı var, gayrı resmisi var; popüleri var; gündeliği var. Hatta bir zamanlar akademik çalışmalarda moda olduğu üzre matematiksel tarih bile var.
Bizde hangi formda olursa olsun sanat eseri ile tarihsel analiz çokça birbirine karıştırılır. Karıştıranlar haksız da değil. Kemal Tahir'in veya Vedat Türkali'nin siyasi analiz dolu tarihi romanlarına karşılık, Abdullah Ziya Kozanoğlu'nun fantastik-mitolojik-vakanüvist tarihi romanları, hatta Reşat Nuri Güntekin veya Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi yazarlarımızın doğrudan yaşanmış ısmarlama tarihi romanları (yazıldıkları zaman tarih olmasalar da), hep birer tarih analizleridir. Ama hepsi de, aynı zamanda, başarılı sanat eserleri. Benzer uygulamalar sinemada da var.
Sinema dünyamızın Yeşilçam'ı, Osmanlı ve Osmanlı öncesi Türk tarihine, Kozanoğlu perspektifinden bakar. Hamasi bir kahramanlık; mitolojik ögelerle süsleme ve basit teknoloji ile çekilmiş olan bu filmler, biraz kurcalayınca bize anlatılan Türk tarihinin bir "parodisi" olarak ortaya çıkarlar. Öyle ya, Bizans surları önünde telgraf direkleri; elinde kılıç kalkan at süren Malkoçoğlu'nun yanında süzülen bir uçak; arada bir kol saatine bakan Karaoğlan tiplemeleri Yeşilçam ideolojisi ile birleşince, seyirlik özellikleri, acemi teknolojisi ve sağlam plot'ları ile eğlendirici, sürükleyici ve "öğretici" birer film olurlar; üstelik hiç de niyetlenilmemiş bir parodi haline dönüşerek. Zaten ortaokul kitaplarında bir parodi olarak anlatılan bizim tarihin, yerli ve hamasi parodileri... Kartal Tibet'li, Cüneyt Arkın'lı bu filmler, seyircisi ile buluşmuş olmanın verdiği bir başarıyı da yakaladılar; sanki, devlet katındaki resmi tarihi yaratan ideologlar tarafından Türk popüler kültür tarihine armağan edildiler...
Son yıllarda, Türk sineması yeniden tarihe dönüyor. Aslında, kurgusal olarak, yaşanan gündelik gerçekliği tarih malzemesi ile anlatmak, sinema için bulunmaz bir nimet. Çokça da uygulandı. Hollywood'un Roma filmleri ve Western'leri, izleyicilere o günlerin atmosferinde bugünleri anlatır. Bu filmler, psikolojik tanımlamayla regrasif bir projeksiyondurlar. İzleyiciler, bireysel hayatlarındaki geçmişin külleri nasıl bir gelecek arzusu uyandırıyorsa, bu filmlerin kahramanlarını da öyle bir kurgulamayla, kendilerinin gelecekleri yaparlar. Böyle bir psikolojik mekanizmayla, tarihi filmler, yakın tarih de olsa, uzak da, kişide bir catharsis yaratır. Aristotalesçi tiyatronun bu en eski esirleştirme trükü sinemada tarihi filmler yoluyla doruğa ulaşır. Catharsis, tüm sanat dallarında yer yer vardır, ama sinemada platonik bir hazza kavuşur, ete kemiğe bürünür, gerçek bir doyum olur. Tabii, sinema sanatını var eden yönetmen başarılıysa ve izleyicinin aktüel beklentilerini iyi kavramışsa.
Ferzan Özpetek'in "Harem Suare"si, Gani Müjde'nin "Kahpe Bizans"ı ve Atıf Yılmaz'ın "Eylül Fırtınası", son yılın üç tarih filmi. Özpetek, teknik ve oyunculuk gücüyle ve oryantalist bir gözle Osmanlı sarayını; Müjde, parodik bir yaklaşımla ve Türk gözü ile Bizans sarayını, Yılmaz ise maddi tarihi hatalar ve solcu gözü ile 12 Eylül'ü anlatıyor. Yani, bu üç film, tarih eseri olarak, Anadolu Türk tarihinin, başını (Müjde), ortasını (Özpetek) ve sonunu (Yılmaz) ele alıyor. Sinema eseri olarak, Özpetek ve Müjde başarılı; Yılmaz ise ne yazık ki, o güzel filmlerinin aksine ve bir ustaya yakışmayan yönetimi ve kurgusu ile bir başarısızlık örneği. İşin ironik yanı ise her üç yönetmene de tarih, değişen ölçülerde, "kahpelik" ediyor. Ve her üç filmde de, tarihi filmlerde doğal olarak beklenen catharsis ögesi es geçiliyor. Özpetek ve Müjde'de bilerek; Yılmaz'da ise büyük bir ihtimalle, bilmeyerek...
Sanatçının tarihi, Lukas'vari bir yaklaşımla "doğru ve gerçekçi" bir biçimde anlatması gibi bir sorumluluğu yok. Ama tabii ki, Mustafa Altıoklar'ın İstanbul Kanatlarımın Altında'sında olduğu gibi, grotekst ve absürd ve hatta komik de olmaması gerekir. Tarihsel filmlerin bir yönetmene edebileceği kahpelik de, doğru / gerçekçi ve abartılı / saçma / komik boyutlarda ortaya çıkar.
Tarih, izleyicisi veya okuru tarafından, doğru ve gerçekçi olarak algılanmalı; abartılı / saçma / komik bulunmamalı. Yoksa, tarih malzemesi ile vakit geçirecek ya da sanatsal bir doyuma ulaşacak olan kitle, regresif açlığını bir cathanres'e dönüştürmeyeceği için, abartılı / komik bir tarihi, sanatsal malzeme olarak kullanan sanat eserlerine itibar etmez.
Bu önyargı (belki de önyargı değil, sadece bir yargı) izleyici için temel bir bakış açısıdır. Nedeni de açık: tarihi sanat eseri, o günleri değil, aslında bugünleri anlatır. Tam bu noktada da, paradoksal bir durum ortaya çıkar. Bir beklenti olarak tarih olup bitmiş bir yaşantıdır ve "doğru" aktarılmalıdır; bugün ise abartılı / saçma / komik boyutlarda "yorumlanabilir." Oysa, tarihsel sanat eseri, dün değil; bugün yapılmaktadır; bilinç ötesinde, dünü değil, bugünü anlatmaktadır.
Kozanoğlu-Malkoçoğlu ekolü (Cüneyt Arkın-Kartal Tibet), tarihi dün olarak algıladığı ve anlattığı için tarihin kendisinin parodisidir. Bu filmler yapılırken bir parodi olarak düşünülmediler; tarihin bizlere anlatılmasındaki komikliğe, bir de çekimler sırasında kötü tesadüfler ve abartılı mizansenler eklenince parodi haline dönüştüler. Tarihsel bir sanat eserinden beklenen regresif-katarak yapıya da sahiptirler. Bu nedenle, Cüneyt Arkın, Gani Müjde'yi "endişe" ile izlemektedir.
Müjde-Kahpe Bizans (umut ederim ki ekol olur) ise tarihi bugün olarak anlattığı için Kozanoğlu-Malkoçoğlu ekolünün parodisidir. Sinemasal bir yapıt olarak da, sadece mizahi ögelere yer açısından değil, Yeşilçam'ın tarih filmlerini de ti'ye alan bir yapıyı, başından kurarak bir parodi olarak yaratıldı.
Özpetek ise tarihe Kemal Tahir türünden (ekol ve bakış açısıyla değil) bakıyor ve vakanüvistlik yapıyor. Sağlam bir hikâyeyi, Topkapı'nın Harem'indeki labirentlere benzeterek biraz olsun sıkıcı ve anlaşılmaz yapmış ve uzun tutmuş ama yine de Türkiye için hoş bir film.
Yılmaz ise, yine ne yazık ki, tarihin Altıoklar'a ettiği kahpeliğe benzer bir biçimde, silik bir abartı boyutlarında dolaşıyor. Oyunculuk, ses, montaj ve plot açısından yeni baştan yaratılması gereken bir film. Düz bir hikâye, yoğun duygusal planlarla örülmelidir ki, izleyicide iz bırakabilsin.
Tarihin kahpelik etmemesi için tarihi konu alan sanat (sinema) eserinin, hangi boyutta olursa olsun, titiz bir maddi çalışma yapması gerekir. Müjde ve Özpetek'in bu çalışmayı yaptığı; Altıoklar ve Yılmaz'ın ise konuya zaten bildiklerini düşündükleri için olsa gerek, bu çalışmayı yapmadıkları izlenimini edinmek mümkün.
Bugünlerde yapılan Gani Müjde-Cüneyt Arkın ve daha önce yapılmış olan Mustafa Altıoklar-İlber Ortaylı tartışmalarına bu açıdan bakmanın anlamlı olacağını düşünüyorum.
Sinemasal açıdan ise, Müjde'nin ilk filmi olarak ortaya çıkan Kahpe Bizans, sözünü ettiğimiz tarih/sanat eseri ikilemini, bir parodi olarak çekildiği için aşmış görünüyor. Catharsis, bu filmde mizah olarak ortaya çıkıyor. Gani Müjde'nin mizahçı kimliği içinde, bir sinema eseri olarak eli yüzü düzgün; oyunculuk hatalarını bir yönetme becerisi ile örtmüş; kurgusal olarak sinema normlarına uygun, zevkle izlenen bir film olarak beliriyor. Filmin plot'unda, aynı özden çıkmış olan film karakterlerinin, traji-komik bir biçimde köklerine (ve "doğruya") dönmelerinden başka bir Bizans entrikaları içinde doğal karşılanabilecek ve filmin sadece bir alt teması olarak işlenmiş kahpelikler dışında bir döneklik söz konusu değil. Tarihin, Müjde'ye yaptığı kahpelik ise, Türkler ile Bizanslıları karşı karşıya getirmek cesareti yerine, Türklere bir başka adla hitap ediliyor olması gibi masun bir kahpelik, Özpetek ise daha başka bir konumda: Tarih ona bir oryantalist gözlük takarak etmiş kahpeliğini... Bu da sinemasal olarak önemli bir şey değil. Yılmaz'a gelince, tarihin bu usta yönetmenden bir alacağı olmalı. 12 Eylül gibi çok net ve tarihsel malzemesi bol ve yeni olan bir tarihi kesiti, acemi oyuncular ve akışkan olmayan bir kurgu ile film yapmak pek hoş değil. Yılmaz biraz uğraşsaydı, aynı plot'dan çok daha güzel bir 12 Eylül filmi çekebilirdi.
Öyle görünüyor ki, Gani Müjde'nin başarılı filmi, bizde de, tarihi filmlere bir regresyon yaratacak. Bundan sonrakiler unutmasınlar, hangi tarihi anlatırlarsa anlatsınlar, bugünü anlatacaklar. Yoksa, tarih onlara kahpelik ediverir.
* Prof. Dr. İstanbul Üniversitesi ve Maltepe Üniversitesi İletişim Fakülteleri