ASKERLİK MACERALARIM(binde biri)
Ülkemizde yaşayan herkes bilir ki, 18 aylık askerliğin 40 yıllık
anısı vardır... Ben bu yaşıma kadar, yaptığı 18 aylık askerliği, 18 ayda
anlatıp bitirebilen bir “Bir Türk dünyaya bedeldir”e rastlayamadım. Aksi
yönde bildiğim tek örnek, 25 yıl boyunca, tek bir gün bile mazeret izni
kullanmadan askerlik yapan babamdır... Belki inanmayacaksınız ama, 25 yıllık
askerlikten, bize 25 dakikalık askerlik anısı anlatmışlığı yoktur...
Dışarıya karşı mahcup düşmemek için, ailemizin bu eksikliğini tamamlamak
bana düşüyor(gerçi 8 ay askerlik yapıp, o gün bugündür anılarını anlatmaya
devam eden kardeşim eksikliğimizi telafi ediyor ama büyük dururken küçüğe
laf düşmez)...
Askerlik ile ilgili ilk anım, okuduğum fakültenin, öğrenci belgemi
askerlik şubeme göndermemesinden dolayı kaçak durumuna düşmemle ilgilidir.
O tarihte Adapazarı’nda ikamet eden bendeniz, ilk kez bir askerlik şubesi
ile tanışmış oldum.
“Ben ileride general olup fazla fazla askerlik yapacağım amiralim”
demek suretiyle, kaçaklık durumum sona erdi...
Nihayet fakülte bittiğinde, aynı yaştaki bir okul arkadaşımla,
Tuzla Piyade Okulu’nun yolunu tuttuk. Yasa gereği bir sınav yapılarak,
kısa mı, yoksa uzun dönem mi askerlik yapacağımız belli olacaktı... Ben
her ne kadar, “yahu ben daha yeni kurtuldum sınavlardan, vizelerden...
Bu sınav da nereden çıktı?” dedimse de, dinletemedim. Meğersem, oraya gidişimizle
birlikte artık askerliğimiz de başlamış oluyormuş ve üstlerimize sitem
edemezmişiz... Neyse, ben sınavda uzun dönem askerlik şıkkını işaretledim...
Sınav sonuçları açıklandığında, arkadaşım ve ben “personel” sınıfına
ayrılmıştık. Yani “personel asteğmen” olacaktık. Bunun için ise, 4 aylık
bir eğitim almamız gerekiyordu...
Eğitim okulunun yeri ise Konya’ydı... Piyade asteğmen yerine, personel
asteğmen olmak fikri bizi sevindirmişti. Zaten oradaki diğer sınavcılar,
“personel” lafını duyunca “KEBAP” diye hep bir ağızdan tempo tutmuşlardı...
4 ay boyunca, eksi 15 derecede her gün sabahtan akşama kadar eğitim
ve spor yapmamıza rağmen, ben kışlanın hiçbir yerinde kebapa rastlayamadım.
Aksine, menülerimizde kapuskanın dışında ikinci bir yemek var mıydı, hiç
hatırlamıyorum...
Bilenler bilir, askerlikte, verilen yemeğin kalorisi hesaplıdır
ve yediğiniz takdirde kesinlikle karnınız acıkmaz. Ancak kalori ile kapuskayı
bir türlü anlamlı bir şekilde midemizde birleştiremediğimizden ve dahi
kapuskanın yüzde altmışı da çöpe gittiğinden, öğle olmadan kalorimiz bitiyordu
ve üstlerimizin fırçalarına hazır bir hale geliyorduk... Belki yemek konusuna
tekrar dönmek imkanı olur ama ben şimdi askerliğin en önemli kısmı olan
“Atıcılık” hadisesine gelmek istiyorum...
Esasen, ben, bu atış olayının genetik şifresini babamdan aldığım
tavsiyeler sayesinde çözmüştüm ve attığım mermi, ışık hızını rahat 300
kat geçebilirdi... Genetik kod çok basitti: Gez- göz- arpacık!..
Hasılı kelam atış günü geldi çattı. Komutanlarımız bizi atış sahasına
götürdüler... Ellerimizde M1 tabir edilen taha saplı tüfekler vardı...
İlk atıştan önce, babamın nasihatlarına uyarak kodlamanın gilk emri olan
“gez” emrine uyarak, nişan almadan biraz etrafta gezindim... Sonra nişan
almak için yere uzanırken, çaktırmadan cebimden çıkarttığım ayna vasıtasıyla
gözlerime de baktım... Geriye bir “arpacık” kalmıştı ama istim sonradan
gelse de olurdu... Vazifemin üçte ikisini yapmıştım ya, ben ona bakarım...
İlk ateş emriyle birlikte tetiğe dokundum... Herkes atışlarını tamamladıktan
sonra, bir heyecanla atış sahasına giren bir teyzenin “ne oldu evladım
gene milli takım gol mü attı?” sorusu bertaraf edilmeye çalışılırken, ben
12’den vurduğuma emin bir şekilde nişan kağıdana doğru yola koyuldum...
Burada belirtmek isterim ki, hedef mesafesi 25 metreydi ve tüfeğimizi hedefe
uzattığımızda zaten 15 metresini tüfeğin namlusu kendi başına ketediyordu...
Parolayı bilemediği için oracıkta şehit edilen teyzeden sonra, atış
sonuçları toplanmaya başladı. Başımızdaki komutan benim kağıdıma “sıfır”
yazınca itiraz ettim doğal olarak. Çünkü ben 12’den vurmuştum. Komutan
istifini bozmadan “evladım, sen beş sıra ötedeki arkadaşının hedefini vurdun”
deyince, ben de istifimi bozmadım... “Komutanım, zaten ben düşmeseydim
de inecektim” türünden bir laf ettimse de, ne o anladı, ne de ben!..